Yoo dedi, güvercinlerime dokunmayınız!”
Fakat o bu sözünü bitirmemişti ki, yanı başında bir silah patladı. Hüseyin Bey, eteği tutuşmuş bir adam telaşıyla ilk kurşunu atanın kolundan çekti:
—Ne yapıyorsun? Sakın ha! diye bağırdı. Lakin o bununla meşgul olduğu bir sırada bir diğeri silahını havaya kaldırdı; kulağı dibinde bir ikinci kurşun daha vızladı; havadaki kuşlardan bir tanesi döne döne, yavaş yavaş aşağı düşmeğe başladı ve uçan kafilede büyük bir perişanlık alameti belirdi. Hüseyin Beyin elinden kargısı düştü, bütün vücudu titriyordu, yüzünün rengiyle sakağının rengi birbirinden fark olunamıyordu. İspiro, yanına yaklaştı:
—Ne olur canım, bırak! dedi.
—Bırak mı? Sen aklını mı bozdun? Söyle şunlara, vallahi sonra fena olur. —Fena mı olur? Nasıl. Hey, kendine gel çorbacı, O günler geçti.
Dünkü uşağın ağzından yüzüne bir tükürük gibi fışkıran bu sözdeki nihayetsiz hakareti işitmedi, hissetmedi bile... Şimdi, bütün hassası, birbiri ardı sıra havaya kalkan silahlar, vızıldayan kurşunlar, döne döne, yavaş yavaş iri kar parçaları şeklinde yere düşen güvercinlerle meşguldü. Çaresiz yalvarmağa başladı.
Rica ederim yeter artık, rica ederim, diyordu. Size ne isterseniz vereyim. Bunlar ne yenir, ne içilir, yahu günahtır, günahtır.
Ve ona:
—Günah mı? O sizin dinde. cevabını veriyorlardı ve İspiro arsız arsız gülüyordu. Nişan alan zabitlerden birisi arkasını döndü; kendi lisanında bir şeyler bağırdı. Hemen hayvanlarla meşgul neferlerden bir kaçı düşen kuşları toplamağa koştular. Bunlardan bazısı avluya, bazıları çiftlik binasının damarı üstüne, bazıları dışarıdaki göle, bazıları bostana, bazıları epeyce uzaklarda, tarlalara düşüyorlardı. Bu beyaz güvercin yağmuru altında yaramaz bir çocuk neşesine tutulan düşman askerleri bir taraftan el çırpıyor, bir taraftan haykırıyorlar, bir taraftan da durdukları noktada tepiniyorlardı.
Zavallı Hüseyin Bey, kendinden geçti, bulunduğu yere çöküverdi. Artık hiçbir şey söylemiyor kenarlarından iri yaş damlaları sızan gözleriyle bu vahşi avı seyrediyordu. İspiro yaklaştı dedi ki:
—Neye bu kadar telaşlanıyorsun? Bırak biraz eğlensinler, bırak biraz eğlensinler. Kaç gündür savaşıyoruz. Akşam bu kuşlardan ala mezelik olur mu? Hep beraberiz.
Hüseyin Bey, bir şey söyleyecek oldu, söyleyemedi; yutkundu kaldı. Şimdi gözyaşları dinmiş Ve bakışına korkunç bir manasızlık gelmişti.
Beyaz kuşları üst üste, demet demet avlunun ortasına yığıyorlardı. Havada kalanlar da dağılıp gitmişlerdi. Avcılara artık bir kesel gelmişti; içlerinden birisi gülerek Hüseyin Beye yaklaştı, gayet fena bir Türkçe ile:
—Nasıl iyi nişancıyız değil mi?" demek istedi. İhtiyar adam hiç cevap vermiyor, başını kaldırmış, havada bir noktaya dimdik bakıyordu. Neden sonra gözlerini yere indirdi ve avlunun ortasındaki beyaz yığına yaklaştı, eğildi: Önünde altmış yetmiş kadar güvercin vardı, hepsini birer kere kanatlarından, başlarından tutup avucunun içine aldı, kiminin gagasından öpüyor kiminin tüylerini uzun uzun, âdeta âşıkane bir tavırla okşuyordu. Zabitlerle konuşan İspiro, yüzünü ihtiyara doğru çevirdi. Ve o sırnaşık gülüşüyle uzaktan bağırdı:
— Gönder onları içeriye de kızartıversinler, dedi
Kuşbaz Hüseyin Bey, yerinden kımıldanmadı, işitmedi ve kana bulanmış ölü kuşları okşamakta, yüzüne gözüne sürmekte devam etti.
Düşman zabitlerinden birisi İspiro'ya elini başına doğru kaldırıp ihtiyarı göstererek "Acaba delimidir?" manasına gelen bir işaret yaptı. İspiro avlunun öbür ucundan bir daha bağırdı:
— Hey yeter artık, yeter; sana söylüyorum, sağır mısın be. İçeriye gönder güvercinleri, dedi.
Kuşbaz Hüseyin Bey, gene yerinden kımıldamadı, gene başını çevirmedi; o zaman zabitlerle beraber eski çiftlik uşağı güvercin" kümesinin başucunda çömelen adama yaklaştılar; biri omzundan sarstı, diğeri sakalından çekti. Birkaçı karşısına çömeldi. Fakat çömelmeleriyle kalkmaları bir oldu. Hepsi birden haşyetle geri geri çekildiler ve birbirlerine demincek zabitin İspiro'ya yaptığı işareti tekrar ettiler. Filvaki, ihtiyarın simasına acayip bir mehabet çökmüştü gözlerinde madeni bir parıltı vardı ve bakışı bir süngünün ucu gibi sabit, dik, sert ve mütearızdı. Lekesiz ak sakalı ise yüzüne sürdüğü kuşların al kanına boyanmıştı; sanki çenesine Türk bayrağından bir parça sarmış gibiydi.”
Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU
OKUMAN İCİN HİKEYEYİ BULDUM UMARIM BEGNMİŞSİNDİR TAKİP EDERSEN SEVİNİRİM