AÇIKLAMA:
Hayatın içinde olduğu halde, hiç de zaman ayırmadığımız için görünmez kıldığımız, sırra kadem basmış; küçük güzelliklerden haber veren, günümüz menkıbeleriyle dolu bir kitap. Dolu dedimse de, taşıyor demek belki daha doğru… Kıpırtı ve devinim misali, hayatı hayra yorulacak bir rüyaya benzeten hikayeler bunlar…
Kapağındaki gelinciklerden başlıyor bir kere kıpırtı. Birinci kıpırtıyı müteakiben tam yirmi bir kere yeniden atıyor kalp ve yirmi bir kere açılıyor hikayeler sandığı… Birer derviş kanaatkarlığında akan anlatılar bunlar… Güzellik temrini dokunuyor adeta tam yirmi bir hikaye boyunca… Birbirine zincirlenmiş halkaları andırırcasına, masalsı tadların yol açtığı mistik bir hava da yayıyor Hayat Güzeldir… Okumak adına; güzelliği ve iyiliği fark edebilmenin ibretli derslerini veriyor Mustafa Kutlu…
Hayat Güzeldir’i okurken aynı zamanda kendi hayatınızın kitabına dair bir seyrana da çıkıyorsunuz. Siz de seyran ediyorsunuz, dünya üzerinden geçen ömrünüzü… Herkesin hayatının, başlıbaşına bir kitap olabileceğinden bahsediyor aslında Hayat Güzeldir…
Hani çöldeki kum tanesine sormuşlar; “sen kimsin” diye de, “ben bir dağ idim” diye cevap vermiş… O misal. Küçük olanın taşıdığı sırlı cesamete dikkat çekiyor kitap… Küçükte rastlayınca, hayrete düşeceğiniz, büyüğe dair, azim olana dair alametler bunlar. Mesela “Çiçek Tefsiri” adlı hikayede, hayat/ölüm sarkacı o şekilde anlatılıyor ki, kutsal kitaplarda bahsedilen hayata dair, bir varmış bir yokmuş mesabesindeki gelip geçicilik, o kısacık hikayenin içinde derlenip toparlanıyor…
Kun/yekun bilgisi
Derlenip, toparlanmak…
Hayat Güzeldir’deki hikayeleri, kun/yekun bilgisi içinde okurken buluyorsunuz kendinizi.
Kitap, baştan sona iyilik ve güzellik üzerine oturduğu halde, garip bir şekilde, bana kıyameti de çağrıştırdı. Hız ve haz içinde akışını giderek süratlendirdiğini hissettiğimiz çağımız zamanı hakkında ciddi soruları var kitaptaki hikayelerin… Güzeli tasvir ve tefsir ederken, örtülü biçimde, yitiklerimizi de işaret ettiği içindir belki de… Ben kıyametin birazdan kopmak üzere olduğu, hatta belki de koptu da bizim halen haberimizin olmadığı sanrısına kapıldım… Kitap, kapağından içeriğine kadar kıpır kıpır iyiliklerle, güzelliklerle dolu olduğu içindir belki de, huzursuzluğu ve kaosu asıl alan çağımız sanat algısını sarsacak bir tema gücüne sahip.
Mustafa Kutlu öykücülüğüne has “iyimserlik” tarzının tepe yaptığını düşündüğüm bu son kitap; aslında “bizi biz kılan” yerli hikaye söylemini de kuruyor.
Pırıltılar kitabı
En başta, bu hikayelerin inşa edilmiş değil de işitilmiş ve anlatılmış olduğu hissini uyandırıyor her zamanki gibi yazar. Büyük bir alçakgönüllülükle, şarka dair tevazu ile, “Allah bes!” diyen ve işi parlatmaktan ibaret olan… Kendisini değil de yüce Yaratıcı’yı işaret ederek akan hikmetli edep duruşunun (edebiyatın) öğretisidir de diyebiliriz Kutlu hikayeciliğine…
Tarz-ı Kutlu’dan bahsederken, Mesnevi’de anlatılan ressamlar müsabakası da geliyor akıllara. Hani birisi Şark’tan diğeri ise Garp’tan gelmiş iki büyük sanatkar, günlerce çalışırlar eserleri üzerinde… İkisi arasında bir perde örtülüdür. Müsabakanın bittiği gün aralarındaki perde açıldığındaysa, Garp’tan gelen ressamın mükemmel resmine karşın, Şark sanatkarının tablosuna parlatmaktan başka bir şey çizmediğine hayret eder seyirciler. Garptan gelenin binbir emekle renklendirdiği tablonun şavkı, diğerinin parlak zeminine o şekilde akseder ki gözler kamaşır… Birinde elbette kıymetli bir inşaat söz konusuyken, diğerinde pırıltıdan başka bir şey yoktur, inşaat değil ama hakikat vardır, iddia değil hayret makamındadır…