Cevap:
umarım doğrudur iyi derslerr.
Yazar:
deonmsop
Bir cevabı oylayın:
6Yazar:
piper93
Cevap:
14
Adım adım açıklama:
15/3=5.2=10 gözlüksüz 5 gözlüklü 15/5=3.2=6gözlüksüz 9 gözlüklü 9+5=14
Yazar:
wilfredohampton
Bir cevabı oylayın:
18Cevap:
Umarım anlaşılır olmuştur. :)))
Adım adım açıklama:
30 kişilik sınıfın yarısı : 30/2=15 yani 15'i erkek 15'i kızdır.
Erkeklerin 2/3 ü gözlüksüz : 15×2/3 = 10 erkek gözlüksüz
kalan 5 erkek gözlüklü
Kzıların 2/5 i gözlüklü : 15×2/5 =6 kız gözlüklü
kalan 9 kız gözlüksüz
Gözlüklü öğrenci sayısı : Erkeklerden 5 tane , kızlardan 6 tane
5+6=11
Yazar:
maggieayki
Bir cevabı oylayın:
8Yazar:
myla
Cevap:
dogru
Açıklama:
nedeni ise hücre büyüyerek genişler yalnız sitoplazma hacmi büyümesi kup çekirdek yüzey alanı ise R kare şeklinde bir yiyeceğinden çekirdek sitoplazmayı kapatamaz ve hücre bölünür
Yazar:
mitchell170
Bir cevabı oylayın:
0Yazar:
ellis
Cevap:
20 den fazla yazdım
İYİ DERSLER
EN İYİ SEÇERMİSİN
Açıklama:
Nasıl Yaptınız Bunu Selanik’e?
30 Mayıs 1913’te Osmanlı Devleti, Balkan Devletleriyle Londra Barış Antlaşması’nı imzalamış Midye-Enez hattını sınır olarak kabul etmiştir. Selanik’in elden çıkması üzerine, Atatürk annesi ve kızkardeşi ile evlerini bırakmışlar, İstanbul’a gelmişlerdir. Ömrünün çoğunu geçirdiği yerin düşman eline geçmesi Mustafa Kemal’i çok üzmüştü.
İstanbul’daki bir gazinoda bazı subay arkadaşlarını görünce, “Nasıl yapabildiniz bunu? O güzelim Selanik’i düşmana nasıl teslim edebildiniz?” demiştir. Mustafa Kemal İstanbul’da binlerce Selanikli halkın aç ve perişan bir vaziyette olduğunu görmüştür. Daha sonra Zübeyde Hanım ve kızkardeşine bir ev bulduktan sonra, Genelkurmay’daki görevinin başına dönmüştür. Görevi, Gelibolu yarımadasının nasıl savunulacağını araştırmaktı.
Kahraman TÜRK Kadını!
Mustafa Kemal İstasyon’dan şehre doğru, bir süre yaya olarak yürüdü. O’nu görmek için sabahtan itibaren yolları dolduran Tarsusluların arasından neşe ile selamlar vererek, ilerledi. O sırada ansızın bir olayla karşılaştı. Millî Mücadele’deki çete giysili bir kadın, Atatürk’ün yolunu keserek ayağına kapandı. Gözyaşlarıyla şöyle haykırıyordu:
– “Bastığın toprağa kurban olayım Paşam!”
Mustafa Kemal onu yerden kaldırmak için eğilirken kulağına bu kadının Kurtuluş Savaşında cephelerde çarpışmış olan (Adile Çavuş) olduğunu fısıldadılar.
Gözlerinden iki damla yaş düşen Mustafa Kemal, bu güneşten yüzü yanmış kadının elinden tutup ayağa kaldırdı ve ona şöyle seslendi:
– “Kahraman Türk kadını! Sen yerlerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde yükselmeye layıksın.”
Gerçek Asker!
Atatürk, I. Dünya Savaşı’na girilmesinde acele edildiği görüşündeydi. Sofya’dan bütün cephelerdeki hareketleri dikkatle izliyor ve daha savaşın başlarındayken sonuçlarını tahmin ediyordu. Atatürk Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa katılmasından sonra vatan savunmasında aktif görev almak için, Harbiye Nazırı Enver Paşa’ya başvurup görev istemiştir.
“Arkadaşlarım savaş cephelerinde ateş hattında bulunurken ben Sofya’da ateşemiliterlik yapamam.” diyen Atatürk’e, Tekirdağ’da kuruluş aşamasında olan 19. Tümen komutanlığı verilmiştir.
Yenilseydik Sorumlu Ben Olacaktım!
Bir aralık konu İstiklâl Savaşı’na geldi. Dikkat ettim, Binbaşılar dahil her komutanın hangi birliğe komuta ettiğini, nerede bulunduğunu, –bir gün önce olmuş gibi– hatırlıyordu. O savaş ki araç, gereç, personel kıtlığı bugün güç tasavvur edilirdi. Tümenlere binbaşılar, Kolordulara yarbaylar komuta ediyordu! Fakat, bu kadro canını dişine takmış bir ekipti.
Var olmak ya da olmamak bu savaşın sonucuna bağlıydı. 30 Ağustos bu ruh haletinin eseriydi. Böyle bir dramı, hem yazarı, hem baş aktörünün ağzından dinlemek müstesna bir mutluluktu. O anılar Ata’yı coşturdukça coşturuyordu. Anlatmalarında abartma yoktu. Ama bu anlatış öylesine canlı, öylesine plastikti ki, hepimiz heyecandan heyecana sürükleniyorduk. Anlatışlarını şöyle bağladı:
– İşte büyük zafer böyle ortak bir eserdir. Şerefler de ortaktır.
Bu alçakgönüllülük şaheseriyle konunun kapanacağını tahmin ediyorduk. Bu arada Atatürk bir duraklama yaptı. Sonra içine dönük, adeta kendisiyle konuşur gibi ilave etti:
– Ama yenilseydik sorumluluk ortak olmayacak yalnız bana ait olacaktı.
Bu belagat karşısında gözyaşımı tutamadım. Tarihin, zaferleri kendine maleden, yenilgileri ise maiyetine yükleyen sahte kahramanlarını hatırladım.
İzmir Suikasti
İzmir’de hazırlanan o alçakça suikastın sonuçsuz kalmasından sonra bir gün bize şu olayı anlatmıştı: Ziya Hurşit’in beni öldürmeye memur ettiği iki zavallı vardı. Sorguları yapıldıktan sonra bunların birisini yanıma çağırdım. Odada kimse yoktu. Kendisine sordum:
– Sen Mustafa Kemal’i öldürecekmişsin, öyle mi?
– Evet, dedi. Ben yine sordum:
– Mustafa Kemal ne yapmıştı ki onu öldürecektin?
– Fena bir adammış o. Memlekete çok fenalık yapmış. Sonra bize onu öldürmek için para da vereceklerdi.
– Sen Mustafa Kemal’i tanıyor musun?
– Hayır.
– O halde tanımadığın bir adamı nasıl öldürecektin?
– Geçerken işaret edecekler, Mustafa Kemal işte budur, diyeceklerdi. Biz de öldürecektik.
O zaman cebimdeki tabancayı çıkararak kendisine uzattım:
– Mustafa Kemal benim, haydi al eline tabancayı, öldür, dedim.
Herif benden bu karşılığı alınca yıldırımla vurulmuş gibi oldu. Bir süre şaşkın şaşkın yüzüme baktıktan sonra diz üstü kapanarak hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Sen Ne Olacaksın ki?
Mustafa Kemal, Selanik’te yine bir akşam o zaman Sağlık Müfettişi olan eski Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü Araş, Nuri Conker, Salih Bozok beylerle birlikte Olimpiyos birahanesinde oturmuşlar içerlerken, devletin dış siyaseti söz konusu oluyormuş. Bu arada Mustafa Kemal Bey birtakım acı eleştiriler yaptıktan sonra işi şakaya dökmüş ve Tevfik Rüştü Bey’i göstererek:
– “Bu yanlış siyaseti bir gün doktor aracılığı ile düzelttireceğim.” deyince, yakın ve teklifsiz arkadaşı olan Nuri Conker:
– “Ne? Ne… Sen mi düzelttireceksin?”
Diye küçümseme ile sormuş. Bunun üzerine Nuri (Conker) Bey’le aralarında şöyle bir konuşma geçmiş:
– “Evet, ben doktoru Dışişleri Bakanı yapacağım. Bütün yanlışlıkları ona düzelttireceğim.”
Nuri Bey şaka ile sormuş:
– “Demek sen doktoru Dışişleri Bakanı yapacaksın. O halde ya beni?”
– “Seni de vali ve komutan yaparım!”
Bu konuşmaya, hazır bulunan Salih Bozok da karışıyor:
– “Herhalde bu arada beni de bir şey yaparsınız?”
Mustafa Kemal Bey Salih’in bu sorusuna, biraz düşündükten sonra:
– “Salih, seni yaver yapacağım ve yanımdan ayırmayacağım.” cevabını verince Nuri Bey yine dayanamamış, tekrar atılarak:
– “Allahını seversen, sen ne olacaksın ki, hepimize şimdiden böyle birtakım onurlar veriyorsun?” demiş.
Mustafa Kemal Bey, Nuri Bey’in bu sorduğu soruya gülerek:
– “Bu memuriyetleri, bu onurları veren ne olursa işte ben o olacağım.” diye karşılık vermiş.
Savaştan Kaçılmaz!
Atatürk kendi bölgesi olmamasına ve üstlerinden bu yönde emir almamasına karşılık, emrindeki 7. Alayı harekete geçirip Conkbayırı’na ulaştırmıştır. Conkbayırı’na geldiği zaman 9. Tümene bağlı 57. Alayın ufak bir birliğinin cephanenin tükenmesi sebebi ile çekilmekte olduğunu, onların gerisinde de kalabalık düşman askerlerinin ilerlediğini görmüştür. Mustafa Kemal onları durdurarak, “Ne oluyor?” diye sormuştur.
“Neden kaçıyorsunuz?”
“Geliyorlar! geliyorlar!”
“Kim geliyor? ”
“Düşman geliyor, efendim. İngiliz, İngiliz.” cevabını almıştır.
Askerler yamacın altında fundalık bir arazi parçasını göstermişlerdir. Bir dizi Avustralyalı burada serbestçe ilerliyordu. Mustafa Kemal’e, dinlensinler diye geride bırakmış olduğu kendi askerlerinden daha yakındılar. O anda sonradan söylediği gibi, belki mantıkla belki içgüdüsüyle geri çekilen askerlere: “Düşmandan kaçılmaz.” demiştir. Erler “Cephanemiz kalmadı.” diye itiraz etmişlerdir.
Mustafa Kemal, “Süngüleriniz var ya!” demiştir. Süngü takıp yere yatmalarını emretmiştir. Geriye bir subay göndererek kendi piyade erleriyle, mümkün olduğu kadar çok sayıda dağ topçusunun son hızla gelmesini söylemiş ve kendisinin anlattığı gibi, “Bizimkiler yere yatınca düşman da yere yattı. Böylece bir anlık zaman kazanmış olduk.” diyen Atatürk, İtilaf Ordularını püskürterek, Çanakkalede’ki kara savunmasının temelini atmıştır.
Aynı bölgede düşman karşısında ölüm kalım savaşı veren Atatürk, Arıburnun’da askeri birliklere şöyle seslenmiştir: “Size ben taarruz etmeyi emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler ve kumandanlar geçebilir.”
Askerle Güreş
Bir gezisinde, Kolordu binasının kapısında aslan yapılı bir Mehmetçik gördü. Çağırdı ve güler yüzle sordu:
– Sen güreş bilir misin?
Yanındakilerden en kuvvetli görünenlerle Mehmetçiği güreştirdi. Genç asker her zaman üstün geliyordu. Çok neşelendi, ayağa fırladı. Ceketini çıkarıp Mehmet’e ense tuttu:
– Haydi, bir de benimle güreş!
Katıksız ve temiz Anadolu çocuğu Ata’sının yüzüne hayranlıkla baktı:
– “Atam,” dedi. “Senin sırtını yedi düvel yere getiremedi. Bir Mehmet mi bu işi başarır?”
Gözleri doldu ve ağlamamak için gülmeye çalıştı.
Düşmanı Denize Dökmek!
Mustafa Kemal o gece, yakınlarından birkaç kişiyle Ankara dışında bir yerde yemek yemişti. Ayrılırken ellerini omuzlarına atarak: “Saldırıya başlamak için şimdi doğru cepheye gidiyorum.” demiştir. İçlerinden biri şaşkınlıkla “Paşam ya başaramazsanız?”diye sormuştur. Bunun üzerine Mustafa Kemal “Ne demek istiyorsun? Saldırının başlangıcından on dört gün sonra Yunanlıları denize dökmüş olacağım.” demiştir.
Yanına Aldığı İlk Er
O, Samsun’a çıktığı zaman, üstü başı yırtık, postalları patlamış, silahsız bir er gördü. Yüzünün rengi bakıra dönmüş, yağlan eriyip kemik ve sinir kalmış bu Türk askeri ağlıyordu. O’na sordu:
– Asker ağlamaz arkadaş, sen ne ağlıyorsun?
Er irkildi, başını kaldırdı. Bu sesi tanıyordu ve bu yüz ona yabancı değildi. Hemen doğruldu ve Anafartalar’daki Komutanını çelik yay gibi selamladı.
– Söyle niçin ağlıyorsun?
İç Anadolu’nun yanık yürekli çocuğu içini çekti:
– Düşman memleketi bastı, hükümet beni terhis etti. Silahımızı elimizden aldı. Toprağıma giren düşmanı ne ile öldüreceğim? Kemal Atatürk, er’in omzuna elini koydu:
– Üzülme çocuğum, dedi. Gel benimle!
Ve Samsun deposunda giydirilip silahlandırarak yanına aldığı ilk er bu Mehmetçik oldu.
Öğrenci Gözünde Öğretmen
Çankaya’da bir ilkokul açılmıştı. Köşkün çevresinde bulunan bu okulu bir gün Atatürk ziyaret etmiş. Öğretmen tahta başında öğrencilere ders veriyormuş. Cumhurbaşkanı girer girmez saygı işaretini vermiş, çocuklar ayağa kalkmış ve oturunuz işaretini verdikten sonra yüzünü tahtaya çevirerek derse devam etmiş. Atatürk, beş on dakika ayakta ders dinlemiş ve çıkarken öğretmen yine aynı ses, aynı eda ile çocukları ayağa kaldırmış ve oturunuz işareti verir vermez derse devam etmiş.
Gazi kapıdan çıkarken yanındakilere:
– “Gördünüz mü öğretmeni? Cumhurbaşkanına önem vermedi” demiş ve ilave etmiş:
– “İlköğretmen vatanın en hayırlı elemanı. Onlar vatan çocuklarıyla o kadar kaynaşmışlardır ki, adeta çocuklaşmalardır. Onların gözünde en sevgili öğrencilerdir. Bu öğretmen eğer dersini bırakıp saygısını göstermek için yanıma gelseydi ve çıkarken beni merdivenlere kadar geçirse idi, öğrencileri gözünde küçülür, belki prestijini kaybederdi. Öğrenci gözünde en saygılı, en büyük adam öğretmendir.” demişlerdir.
Yanan İzmir!
Atatürk akşam, kalmakta olduğu köşkün balkonundan, Yunanlıların kaçarken yaktıkları İzmir’in yandığını izlerken yanındaki genç subaylara şunları söylemiştir:
“Çocuklar, bu manzaraya iyice bakın! Bu alevler, bir devrin sona erip yeni bir devrin başladığını gösteren bir yangındır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyıllardaki bütün günahları şu ateşle temizlenirken yeni bir Türk devletinin kuruluşu ve Türk milletinin yükselişi de dünyaya ilan ediliyor.”
Türk Orduları Başkumandanıyım!
Afyonkarahisar’ın hatlarının çözülmesi sonunda birkaç Yunanlı tutsak, geceleyin Mustafa Kemal’in çadırına getirilmişti. Bunlardan birisi, Muzaffer Generalin doğup büyümüş olduğu Selanik’ten gelmişti. Yüz, kendisine yabancı gelmediğinden ve üniformasında da hiçbir bellilik görmediğinden kim olduklarını ve rütbelerini sormaya başlamıştı.
– Binbaşı mısınız?
– Hayır.
– Albay mı?
– Hayır.
– Korgeneral mi?
– Hayır.
– Peki nesiniz?
– Ben Mareşal ve Türk Orduları Başkomutanıyım! Şaşkınlıktan ağzı açık kalan Yunanlı kekeledi:
– Bir başkomutanın savaş hattına bu kadar yakın yerlerde dolaşması işitilmiş değil de!
Annesinin Mezarı Başında
Ülkeyi düşman işgalinden kurtaran Atatürk’ün, Lozan Konferansı devam ederken annesinin sağlığı bozulmuştu. Atatürk yurt gezisine çıkacağı sırada, bozulan sağlığını düzeltmek umuduyla İzmir’e giden annesinin orada öldüğü haberini almıştı. İzmir’e gelince mezarının başında şu konuşmayı yapmıştır:
“Zavallı annem vücudunu, bütün millet için amaç olan İzmir’in kutsal topraklarına bırakmış bulunuyor. Burada yatan annem, zulmün, baskının ve bütün milleti felaket uçurumuna götüren keyfi bir idarenin kurbanı olmuştur. Mütareke zamanında Anadolu’ya geçtiğim vakit annemi ıstıraplı bir halde İstanbul’da bırakmak zorunda kalmıştım. Yanımda kendisinin beraberime verdiği biri vardı. Onu Erzurum’dan İstanbul’a gönderdiğim zaman, annem bu adamın yalnız olarak geldiğini öğrenince, benim için Halife ve Padişah tarafından verilmiş olan idam kararının yerine getirildiğini sanmış ve kendisine inme inmiş.
Annem üç buçuk yıl, bütün gece ve gündüzleri gözyaşları içinde geçirdi. Bu gözyaşları ona gözlerini kaybettirdi. En son pek yakın zamanlarda onu İstanbul’dan kurtarabildim, ona kavuşabildim ki, o artık maddeten ölmüş, manen yaşıyordu. Annemin kaybına şüphesiz çok üzülüyorum. Fakat bu üzüntümü gideren ve beni avutan bir nokta vardır ki, o da anamız vatanı mahveden, çökerten yönetimin artık bir daha geri gelmemek üzere yok edilmiş olmasıdır…Annemin mezarı önünde ve Tanrı’nın huzurunda and içiyorum, milletin bu kadar kan dökerek kazınmış olduğu egemenliğin korunması ve savunması için gerekirse annemin yanına gitmekten asla çekinmeyeceğim.”
Genelgeyle Devrim Olmaz!
1924 yılının ilkbaharıydı. Erzurum ve Pasinler’de depremde birçok köyün evleri yıkılmıştı. Zarar gören halkla görüşmek için Pasinler’e gelen Atatürk, halkın içinden ihtiyar bir köylüyü çağırdı:
– Depremden çok zarar gördün mü, baba? diye sordu. Atatürk ihtiyarın şüphesini görünce, tekrar sordu:
– Hükümet sana kaç lira verse, zararını karşılayabilirsin? İhtiyar, Kürt şivesiyle:
– Valle Padişah bilir! dedi.
Atatürk gülümsedi. Yumuşak bir sesle:
– Baba, Padişah yok; onları siz kaldırmadınız mı? Söyle bakalım zararın ne?
İhtiyar tekrar etti:
– Padişah bilir!…
Bu cevap karşısında kaşları çatılan Atatürk, Kaymakam’a döndü:
– Siz daha devrimi yaymamışsınız! dedi.
Bu sırada görevini başarmış insanlara özgü bir ağırbaşlılıkla ortaya atılan tahrirat katibi:
– Köylere genelge yolladık Paşam, dedi. Atatürk’ün fırtınalı yüzü, daha çok karıştı:
– Oğlum, dedi, genelgeyle devrim olamaz!”
On Altıncı Kolordu
Şehzade Vahidettin ile yapacağı yolculuğun Almanya’yı tanıma açısından faydalı olacağı düşüncesi ile geziye katılmıştır. Vahidettin ile Atatürk’ün yolculuğu olumlu bir şekilde geçmiştir. Alman askeri çevrelerinde incelemeler yapan Atatürk, Alman İmparatoru II. Wilhelm ve devrin tanınmış komutanlarıyla da görüşmüştür.
Türk heyetini kabulü sırasında Napolyon pozuyla hareket eden İmparator II. Wilhelm, sıra Atatürk’e gelince diğer elini uzatarak yüksek sesle “Onaltıncı Kolordu!” diye bağırmıştır. II. Wilhelm Almanca olarak Atatürk’e “Siz, 16. Kolordu Komutanlığını ve Anafartaları düşmana vermeyen Mustafa Kemal değil misiniz?” diye sormuştur. Atatürk’de düzgün Fransızcasıyla, öyle olduğunu ifade etmiştir.
Alçakgönüllülük
Atatürk’ü, 1938 Gençlik ve Spor Bayramı günü, son defa, 19 Mayıs Stadyumu’nda gördüm. Şeref tribünü kapısında –o zaman küçük bir çocuk olan kızıma– o günün anısı olan rozetini taktırmayarak bir şeyler söylüyordu. Zayıf ve yorgundu.
Kızımdan Atatürk’ün kendisine neler söylediğini sordum:
— “Rozette resmim varmış, nasıl takarım?” dedi.
Zeki ve alçakgönüllü Atatürk rozetteki resmi görmüştü. Bu, O’nun stadyuma ilk ve son gelişi, sanki gençliğe vedası oldu.
Bir Kuş Gibiydim!
Mütareke Komisyonu, Samsun civarındaki Rum köylerini Türklerin tecavüzünden korumak kanun ve düzeni sağlamak için önlem alınmasını istemiştir. Sadrazam Damat Ferit, Dahiliye Nazır Vekili Mehmet Ali Bey’in görüşünü sormuş, O da bölgeye güvenilir bir subayın gönderilmesini önermiştir.
Damat Ferit bu işi yapabilecek subayı sorduğunda, Mehmet Ali Bey Mustafa Kemal’in ismini vermiştir. Damat Ferit birden karar verememişti. Mustafa Kemal’den biraz kuşkulanırdı. Ancak bu görev O’nu İstanbul’dan uzaklaştırmak için iyi bir fırsat sayılabilirdi. Mehmet Ali Bey ikisini bir yemekte karşı karşıya getirmiştir. Mustafa Kemal bu yemekte iyi etki bırakacak şekilde davranmaya dikkat etmişti.
Kısa bir süre sonra Harbiye Nazırı Şakir Paşa kendisini çağırtarak Samsun civarına gitmekle görevlendirildiğini bildirmiştir. Mustafa Kemal görev belgesini aldığında çok heyecanlanmıştı. Düşman sandığı adamlar, ruhları bile duymadan ona yardımcı olmuşlardı. Sonradan bu halini “Kafes açılmış, önümde bir alem vardı. Kanatlarını çırparak uçmaya hazırlanan bir kuş gibiyim.” diye anlatır.
Gömüleceği Yer
O’nun kabri Ankara’da olacaktır. Fakat bu şehrin neresinde? Çünkü O’ nun en son kuvvetli isteği bir an önce Ankara’ya dönebilmekti. Biri Büyük Millet Meclisi’nden İstasyon’a inen cadde üzerindeki yuvarlak yer, diğeri Çankaya’daki yeni köşkün mermer havuzu. Bu yerler şu nedenle konuşulmuştur:
Bir akşam Atatürk’ün etrafında toplananlar arasında, O’nun ölümlü oluşu üzerinde durulmuş ve özellikle kendisi 1926 suikast girişiminden sonra söylediği cümleyi tekrar etmişti. “Benim naçiz vücudum bir gün elbette toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.” dedikten sonra “Milletim beni istediği yerde yatırsın, yeter ki beni unutmasın.” demişti. Meclisin altındaki yuvarlak yeri ortaya atan kişiye ise, “İyi ve kalabalık bir yer, fakat ben böyle bir arzumu milletime vasiyet edemem.” Ancak, gene o akşam ileri sürülen bir fikrin kendisini çok duygulandırdığını, bugün bile hatırlıyorum.
Memleketin bütün sınır boylarından getirilecek toprak üzerinde yatmak. Recep Peker, hararetle bu fikrin sembolik savunmasını yapmıştı. Atatürk, böyle bir fikrin uygulanmasından ancak, ölümlü vücudu için hoşlanacağını ve gurur duyacağını anlatırken bana bakarak: “Bunu unutma!” demişti.
Hamdolsun, İstanbul’u Kurtardık!
Atatürk istifasının ertesi günü Müdafaa-i Hukuk Erzurum şubesi başkanlığına seçilmiştir. Böylece İstanbul ile bağlarını koparmıştır. Atatürk’ün askerlikten istifası üzerine başta Kazım Karabekir olmak üzere bütün ileri gelen subaylar, kendisinin emrinde olduklarını belirtmişlerdir. Atatürk, Kazım Karabekir Paşa’yı kucaklamış, teşekkür etmiştir.
Rauf Bey onu hiç bu kadar heyecanlı görmemişti. Yalnız bir kez o da Anafartalar savaşından sonra kendisine “Hamdolsun İstanbul’u kurtardık!” dediği zaman böylesine heyecanlanmıştı. Şimdi durumu sağlamlaşmış, kendisine güveni geri gelmişti. Doğudaki kuvvetlere güvenebilirdi. Yurdun her tarafına telgraflar göndermeye başladı. Kazım Karabekir Paşa bunlara sadece usule uysun diye imza atıyordu.
Sokak Çocuğu
Atatürk’e, düşmanlarından bir bayan, bir yabancı gazetede (sokak çocuğu ve zalim) diye yazılar yazmak küçüklüğünü göstermişti. Bir gün Yat Kulüp’te Atatürk, arkadaşlarına bu yazıdan söz ederek demiştir ki:
– “Bana sokak çocuğu diye yazmış. Ben pek küçük yaşta yatılı bir öğrenci olarak okullara girmedim. İdadi’den Harp Okulu’na, oradan da orduya hizmete gittim. Sorarım sizlere, benim sokakta oynamaya vaktim mi vardı? Bana (zalim) diyormuş. Ben eğer bu vatana ihanet eden birkaç adamı mahkemeye vererek, kanun çerçevesinde bu adamlar cezalarını buldularsa, benim onlara karşı sevgimden ziyade, Türk milletine sevgim daha büyüktür. Bu nedenle Türk milletine onların zararlı vücutlarını feda ettim…” demişlerdir.
Vatanın Bir Karış Toprağı…
Yunanlılar 13 Ağustos 1921’de yeniden hücuma geçmişlerdi. Hedef Ankara’yı ele geçirmekti. Halide Edip Adıvar’ın Atatürk’e “Eğer düşman Ankara’ya gider de bizi geride bırakırsa ne yaparız?” diye sorması üzerine, Atatürk korkunç bir kaplan gibi gülmüş ve “Güle güle beyler! derim. Arkalarından vurarak onları Anadolu’nun boşluğunda mahvederim.” demiştir.
Atatürk’ün emri altındaki cephe aşağı yukarı yüz kilometre uzunluktaydı. Atatürk, savaşın kırıtik bir noktasında, subaylara şunları söylemiştir: “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın, her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz.”
Köylü Milletin Efendisidir!
Bir gece beraber oturuyorduk. Yanımızda Siirt milletvekili Mahmut Soydan, şimdiki Macaristan elçimiz Ruşen Eşref Ünaydın, bir de Soysallı vardı. Atatürk, ertesi günü Büyük Millet Meclisi’nde okuyacağı söylevi hazırlıyordu. Mahmut’la Ruşen Eşref not tutuyorlardı. Atatürk ara sıra bana da, “Ne dersin?” diye soruyordu. Ben ne diyebilirim? Hiç… Sonra Atatürk bana döndü ve dedi ki:
– Bu memleketin efendisi kimdir?
Düşündüm. Karşılığı o verdi:
– Türk köylüsüdür, dedi. Ve devam etti:
– Türk köylüsü “Efendi” yerine getirilmedikçe memleket ve millet yükselmez!
Mutsuz Lider
Bir akşam sofrasının hararetli bir döneminde Mustafa Kemal, kişisel özgürlüğünün birçok bölümlerinden yoksun bırakılması acısını hüzün dolu sözlerle şöyle anlattı:
– “Şimdi siz buradan ayrılır, istediğiniz yerde gezer dolaşırsınız. Benim gözümde bunun ne büyük mutluluk olduğunu bilemezsiniz. Halime bakın, sahip olduğunuz bu özgürlükten yoksunum, cumhurbaşkanıyım ama köşeye atılmış ve özgürlüğü sınırlı bir insanım. Bütün eğlencem, akşamları soframa topladığım arkadaşlara ayrılmıştır. Haydi şimdi buradan ayrılıp bol bol dolaşın, istediğiniz yerlere girip çıkın, arzu ettiğiniz gibi eğlenin. Ben de bunun hayaliyle avunurum.” dedi.
O akşam hepimiz masadan erken ayrıldık.
Harf Devrimi
Yeni Türk alfabesinin ilk biçimlerini kendisine götürdüğüm zaman, Komisyonun en aşağı beş yıllık bir geçiş dönemi düşündüğünü söylemiştim. Gazeteler önce birer sütunlarını yeni harflere ayıracaklar, yavaş yavaş bu sütun sayısı artacak, sonunda bütün gazeteler yeni harflerle çıkacaktı. Okullar için de buna benzer basamaklı yöntemler düşünmüştük.
Dikkatle dinledikten sonra bir daha sordu:
– Demek beş yıl düşündünüz?
– Evet!
– Üç ay! dedi.
Donakaldım, üç ay! Üç ay içinde bütün memleket yayını Lâtin harfleriyle değişecekti. İlâve etti:
– Ya üç ayda uygulayabiliriz, yahut hiç uygulayamayız. Sizin Arap harflerine bırakacağınız sütunlar yok mu, onların adedi bire de inse, herkes yalnız o sütunu okur ve beş yıl sonra, tıpkı yarın başlar gibi başlamaya zorunlu kılarız. Hele arada bir buhran, bir savaş çıkarsa attığımız adımları da geri alırız.
Yazar:
isaíaslawson
Bir cevabı oylayın:
1Yazar:
kellie
Cevap:
C) Kışın araçlara kar lastiği takılması
Yazar:
sashalx73
Bir cevabı oylayın:
2Cevap:
C kışın araçlara kar lastiği takılması bence
Açıklama:
sorudaki gibi C seçeneğindede sürtünme kuvveti arttırılıyor
Yazar:
mayaliu
Bir cevabı oylayın:
5Bu başlığı kapatarak, bir bağlantıya tıklayarak veya başka bir şekilde gezinmeye devam ederek çerez kullanımını kabul etmiş olursunuz.