Cevap:
ÖMER SEYFETTİN TOPUZ HİKAYESİ
Küçük pâyitahtın karışık sokakları bugün çok kalabalıktı. Tıpkı ilkbaharda bir bayram gibi... Bütün kadınlar, bol beyaz yenli, sırma yelekli pazar esvaplarını giymişler, beyaz poturlu dinç erkeklerin dolu testilerle sundukları şarapları içerek coşuyorlardı. Genç, ihtiyar, kadın, çocuk... Nihayetsiz bir "Hurrâ" zinciri, bağırarak, sallanarak kalabalığın içinden geçiyor, canlı bir girdap dalgası halinde, döne döne, sarayın meydanında birikiyordu. Kiliselerin çanları uğulduyordu. Saray kapısının önünde cesur Boyar atlıları saf saf olmuş, bekliyorlardı. Sabahtan beri çektiği şaraplarla epeyce başı dönen meşhur kumandan tolgasının siperini geri itti. Atının ağır üzengileri üstünde biraz kalktı. İleriye baktı. Yanındaki birinci zâbitine:— Daha görünmüyorlar, dedi.— Geç kaldılar.— Evet.— Niçin acaba?— Mankafa Türkler işte... Teşrifattan, merasimden ne anlarlar?— Hem de "Bizans'a lâyıkız" derler.— Nerede o incelik?— Nerede?..— .....
Önlerinde birdenbire genişleyen sık bir "hurrâ" halkası ikisini de susturdu. Gemlerini kastılar. Atlarını biraz çektiler. Kumandan, istiklâlini kazanan halkın bu deli, bu sarhoş sevincine bakıyor, keyifleniyordu. Yarı baygın kızlar, şen delikanlıların kucaklarında, gaydaların âhengine ayak uyduruyorlar, "Yaşasın prens! Yaşasın prens!" nakaratını haykırışarak yeni hükümdarlarının şerefine testileri deviriyorlar, oynuyorlar, sıçrıyorlardı... Son Eflâk tacını giyen papazı, Tergoviç'te bozan Mehmed Bey, bir sene vardı ki, kendisini sancak beyi ilan etmişti. Ama, Eflâklılar, bu hâkime boyun eğmemiş, Zips Kontu Zapolya'dan imdat istemişlerdi. İşte bu tehlikeli ittifaktan ürken Mehmed Bey çarçabuk onların haklarını, imtiyazlarını, istiklâllerini vermişti. Açık mavi, bulutsuz ufukta yükselen güneşin aydınlığı kahraman Boyar atlılarının uzun mızraklarını yaldızlıyordu. Kumandan, zırhlı göğsünü kabartan tatlı bir teessürle bir halka, bir askerine bakıyor; mahmuzlarıyla dokunarak atını şahlandırıyordu. Birinci zâbit, onun gibi iri yarı, yakışıklı değildi. Kara kuru bir şey... Uzun saçları kırdı. Köse yüzü hem zayıf, hem buruşuktu. Neşeli kumandan, hora tepenler geçince, yine atını ileri sürdü.— Kansız bir zafer kazandık!
Dedi. Siyah atının yelesini okşayan zâbit:— Kansız zafer olmaz!
Diye başını salladı.— Niçin olmasın?— Benim Türkler'e emniyetim yok...— Kuşkulanmaya da hacet yok! Biz daha resmen ihtilale kalkmadan onlar haber gönderdiler: "Gidiniz bir şef tayin ediniz" dediler. Biz zaten prensimizi tahtına çıkarmıştık. Şimdi, işte bize bir de "cemîle"[1] yapıyorlar.— Berat, sancak, davul, topuz göndermek bir "cemîle" mi?— Ya ne?— Tabiiyet alâmetleri...
Coşkun kumandan, görünmeyen bir surata tokat atacakmış gibi elini yukarı kaldırdı. Hiddetli bir tehâlükle[2]:— Asla! diye bağırdı. Biz artık müstakiliz! Berat, istiklâlimizi tasdik etmektedir. Sancak, davul, topuz da padişahın prensimize hediyeleri...— ......
Zâbit cevap vermedi. Kumandan kadar içmediği için Türkler'in hakikatini hâlâ hatırlayabiliyordu. Elini kalçasına dayadı. Atının siyah yelesine daldı gitti. Kiliselerin çanları beyninde ötüyordu. Halkın gürültüsü taşmış, bir tûfan gibi sarayın saçaklarına çarpıyor, muh&afız neferlerin yüksek atlarını huylandırıyor, tepindiriyordu. Oynayanların içinde zorla kendine yol açan bir atlı kumandanı selamladı:— Elçi, maiyetiyle beraber menzilinden çıktı, dedi.— Pekala... Maiyeti kaç kişi var?— Üç yüz atlı!
Kumandanın solundan neferin sözünü işiten zâbit:— Üç yüz atlı mı?
Diye sapsarı kesildi.— Evet...
Bugünkü teşrifata memur olan kumandan güldü:— Gidi Türkler... Sıkıya geldi mi nasıl küçülürler. Hani eski gururları? Şimdi dünya değişti. Rumeli'nde kuvvvetleri yok. İşte prensimize büyük bir imparator muamelesi yapıyorlar!
Birinci zâbit, daha beter sarararak sordu:— Nereden anladınız?— Elçilerin derecesi maiyetin adediyle münasiptir. İşte bak, padişahın hediyelerini, beratını üç yüz atlıyla bir elçi getiriyor!— Elçi bunları yalnız getirseydi, daha iyi olurdu.— Niçin?— İşte öyle...— Ama biz kabul etmezdik.— Neden?— Çünkü şanımızla mütenasib[3] olmazdı. Bir emir, lütuf, bir ihsan gibi... Halbuki böyle maiyetinde üç yüz atlı bulunan bir elçi... Ne demektir? Biliyor musun?— Ne demektir?— Padişah, bizim prense: "Benimle müsâvîsin!" demek istiyor.— Keşke müsâvî[4] olmasaydı da, bu üç yüz atlı Eflâk'a girmeseydi!— Sen bunamışsın, Dimko...
Birinci zâbit acı acı gülümsedi. Tüysüz yüzünü ekşitti. Atının yelesinden kaldırdığı dalgın sönük gözleriyle kumandanına baktı:— Ben bunamışım ha?
Dedi.— Koca Eflâk'ın içinde üç yüz atlıdan kuşkulanıyorsun. Bunlar elçi maiyeti.. İşlemeli mızraklarına, süslü esvaplarına, altın haşalarına[5], sırma eyerlerine aldanma... Göze parlaklıklarıyla çarparlar ama, ellerinden bir şey gelmez.— Bunlar Türk değil mi?— Türk... Ne olacak?— Kılıçları ne kadar süslü olsa yine keser..— Sen korkaksın! Bir avuç atlı, üç yüz kişi, koca bir devletin içinde ne yapabilir?— .......
Kumandan, sarayın önündeki atlılarına, onların etrafında sıkışık nizamda duran dalkılıç piyadelerine bir göz gezdirdi. Sonra atını oynatarak zâbite döndü:— Yalnız şu meydanda dört binden fazla askerimiz var! Türkler teşrifatta bir kabalık yaparlarsa hepsini tükürükle boğarız.
Açıklama: