Cevap:
:cevap Mİ notasıdır.Açıklama:BAŞARILAR ❤❤❤EN İYİ SEÇERMİSİNN LÜTFENN ❤❤❤
Yazar:
sophie67t6
Bir cevabı oylayın:
3Yazar:
shelton
Yazar:
suzan3ekc
Bir cevabı oylayın:
4Yazar:
bruce
Açıklama:
Mitokondri hücrede enerji üreten organeldir.
Mitokondrilerin büyüklük ve şekilleri bakterilerinkiyle benzerlik gösterir. Kendilerine ait ribozom,DNA ve RNA ları vardır.
Mitokondri ribozomları yaklaşık olarak bakteri ribozomlarının büyüklüğündedir.
Yazar:
kaseypw5x
Bir cevabı oylayın:
7Yazar:
miles
Cevap:
MÜ’MİN, TOPYEKÜN HAYATA BİLGİ, SANAT, İNANÇ VE AHLÂK SEVİYESİNDE ANLAM VEREBİLEN KİŞİDİR. ONUN HAYATINDA DİN İLE BİLİM, BİLİM İLE AHLÂK VE AHLÂK İLE SANAT ASLA BİRBİRİNDEN KOPMAZ VE KARŞI KARŞIYA GELMEZ. İŞTE ONUN HAYATININ CANLI BİR BÜTÜNLÜK OLUŞTURMASININ SEBEBİ BUDUR...
BİLİM VE SANATLA BESLENMEYEN BİR İNANÇ DÜNYASINA SAHİP İNSANLAR, BAZEN HAYATI BİR TAKIM KURALLARIN LAFZINA SIKI SIKIYA BAĞLANMAKTAN İBARET SAYMAK GİBİ DAR VE KATI BİR TUTUM İÇİNE DÜŞEBİLİRLER...
Kur’an-ı Kerim, merkezinde insan konusunun yer aldığı kutsal bir kitaptır, insanın yaratılışını, ifade ettiği anlam ve değeri, onun kendi imkân ve kabiliyetlerini anlayışını ve anlayamayışını, irade gücünü ve iradesizliğini, inançlılığını ve inançsızlığım, yüceliğini ve düşüşünü en veciz bir şekilde Kur’an’da okumaktayız. Bu Yüce Kitap kendisini, bütün insanlığa, gönderilmiş olan bir "hidâyet kaynağı” (huden ilnnâs) olarak takdim eder. Onun gayesi, İnsana insanı tanıtmak, insanın inişli-çıkışlı tarihî macerasından yüzlerce örnek vererek onu hilkat nizamı içinde lâyık olduğu yere çıkarmak ve orada tutmaktır. İnsan Kur’an’a göre, yaratılmışların en değerlisidir çünkü o, Yaratıcısının kudret elinden, “ahsen-i takvim” yani madde ve mana yününden en güzel yapıya sahip olarak çıkmıştır. O, Yüce Allah’ın “gözde varlığı”dır. İsrâ Suresinin 70. âyetinde şöyle buyurulur:
“And olsun ki, biz insanoğullarını şerefli kıldık; onların karada ve denizde gezmelerini sağladık; temiz, şeylerle rızıklandırdık; yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık.”
İnsanın niçin değerli ve “nev-i şahsına münhasır” bir varlık olduğu hakikati ile ilgili sorunun cevabını en iyi Kur’an-ı Kerim’in Hz. Âdem’in yaratılışını konu edinen âyetlerinde bulmaktayız. Bu âyetlerin oluşturduğu "Âdem kıssası”ndan öğreniyoruz ki, Yüce Allah “Âdem’e bütün isimleri öğretti” (Bakara, 30); meleklerin dahî bilmediklerini O’na bildirdi. Aynı konuya ilk nazil olan âyetlerde de temas buyurulmaktadır; "Oku, kalemle öğreten insana bilmediğini bildiren Rabbin, en büyük kerem sahibidir.” (Alak, 3–5)
Demek oluyor ki, insanın “kendine özgü” bir varlık olması, onun düşünen ve bilen bir varlık olmasından ileri gelmektedir. İnsan ancak bu özelliği sayesinde kendi öz varlığını, kendisiyle tabiî ve sosyal çevresi arasında kurulmuş olan münasebetin mahiyetini ve nihayet kendisiyle Yaratıcısı arasındaki kutsal bağı kavrayabilmektedir. Böyle bir kavrayışın derinliği ölçüsünde de kıymet ve şerefi artmaktadır.
İnsan, düşünme ve anlama gücüne sahip olmanın yanı sıra, irade hürriyetine, karar verme ve yapma hürriyetine sahip olduğu için de değerlidir, “gözde varlık”tır, Yine “Âdem kıssası”ndan öğreniyoruz ki, bilgi ile donatılan Hz. Âdem ve eşine "şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz” şeklinde ilâhi bir buyruk verilmiştir. Hayatının gerisinde büyük bir tecrübe birikimi olmayan ilk peygamber Hz. Âdem, söz konusu buyruğun gereğini yerine getirmede başarılı olamaz ama daha sonra kendisine verilen düşünme ve bilme gücü sayesinde, yaptığını değerlendirir, pişman olur ve bağışlanma diler. En büyük kerem sahibi olan Yüce Allah da onun bu yakarmasına mukabelede bulunur ve bağışlar.
Burada üzerinde durulması gereken önemli noktalardan biri, Hz. Âdem’in böyle bir buyruğa muhatap olmasıdır. Bir buyruğu yerine getirme veya getirmeme hürriyetine sahip olmayan bir varlık, herhangi bir yükümlülükle karşı karşıya bırakılamaz. Yüce Allah emre uymamanın ahlâkî sorumluluğunu Hz. Âdem’e hatırlatmış ama onu buyruğa uyma konusunda zorlamamıştır. Eğer Allah, Hz. Âdem’i hür bir varlık olarak yaratmamış olsaydı, onu ne bir emre muhatap kılar ne de sorumlu tutardı. Dikkat edilecek olursa, ilâhî emir, Hz, Âdem’e bilginin verilmesin, den sonra gelmektedir. Çünkü bir insanın sorumlu tutulabilmesi için onun bir şeyi bilerek ve isteyerek seçmesi gerekir, Kur’an-ı Kerim, Hz. Âdem’in hatasını manevi ve ahlâkî bir hastalık olarak bir “aslî günah” olarak değil, irade hürriyetinin ve buna bağlı sorumluluk duygusunun bir işareti olarak zikreder.
Hepimiz biliyoruz ki, her değerli şeyin bir bedeli vardır. Akla, bilgiye ve irade hürriyetine sahip olmanın bedeli ise, insan hayatının bir varoluş gerilimi içinde geçmesidir. Hz. Âdem, yaptığı hata üzerinde düşünebilen, pişmanlık duyan, bir başka varlığa dayanma gereğini hisseden bir beşerî tecrübeden geçerken bu gerilimi de en şiddetli yaşayan ilk varlık olmaktaydı. O günden bugüne su ve toprak karışımı bir varlık hâlinden “üflenen ilâhî ruh" istikametine uzanma süreci içinde geçen insan hayatında, benliği sarsan ve dağıtan güçlerle onu mükemmelliğe ve birliğe kavuşturan güçler mücadele edegelmiş sözünü ettiğimiz gerilim varlığını sürdürmüştür. Sevgili Peygamberimizin bu mücadeleyi “savaştan daha büyük bir cihâd” olarak vasıflandırması, son derece anlamlıdır. Yüce Kitabımızın “hayatı ve ölümü bir imtihan” olarak nitelendirmesinin (Mülk, 3) hikmeti de, hayatın bu çetin yanına işaret etmiş olması ile ilgili olsa gerektir.
Bilindiği gibi, insan hayatının başlangıç safhalarında bedenî arzuların belirlediği yönelişler ağır basar. Bazı insanlar, bu safhayı bir türlü geride bırakamaz ve kötülük işlemeye son derece yatkın olurlar. Kur’an-ı Kerim, bu varlık mertebesini ‘‘kötülüğü emr eden nefis”, (nefs’ul-emmâre bi-s-sû’) (Yûsuf, 53) olarak vasıflandırır. İnsan, bu dereceden Allah’ın yardımı ve kendi iradesini kullanmak suretiyle kurtulur. Kendilerini böyle bir kurtuluşa ermekten mahrum bırakanlar, hayatın ve ölümün bir sınama olduğunu unutup hayatı biyolojik ihtiyaçların tatmininden ibaret sayanlardır. Böyle insanların hayatlarında fazlaca bir varoluş geriliminin olduğu söylenemez. Burada, hayat içgüdü seviyesine indirilmek, dolayısıyla bayağılaştırılmak suretiyle gerilim asgariye indirilmiştir. Biliyoruz ki, insani varlığın altında yer alan varlık derecelerinde, meselâ bitki ve hayvan hayatında da, insanda olduğu manada bir varoluş gerilimi söz konusu değildir. Orada ne yükümlülük, ne sorumluluk, ne pişmanlık, ne de endişe vardır. Fakat varlık düzenindeki mevkii hiç de içgüdü seviyesinden ibaret olmayan insan, kendi eliyle kendisini böyle bir seviyeye indirirse, sonuç kötü olur Kendileri için böyle bir sonucun hazırlanmasında ısrar üzerine ısrar edenleri Yüce Allah’ın, “Onlar hayvanlar gibidirler, hatta daha da aşağıdırlar" şeklinde takdim etmesinin sebep ve hikmeti budur.
Allah’ın insandan beklediği, kendisine verilmiş olan akıl ve irade güçlerini kullanarak duyguları, düşünceleri, yapıp ettikleri üzerinde düşünmek, nefis muhasebesi yapmak ve insana yaraşır bir hayat seviyesine ulaşmaktır. Nefis muhasebesinde, öz eleştiride bulunmaya koyulmak, kötülüğe çağıran nefsin tuzaklarını görmek demektir. Bunu gören insan, artık kötülüğü huzur içinde işleyemez, yaptıklarından dolayı kendi kendisini kınar, ayıplar. İşte Kur’an-ı Kerimin “nefs ul-levvâme" (Kiyame, 2), yani “pişmanlık duyan ve kınayan nefis” şeklinde vasıflandırdığı varlık derecesine ulaşmak böylece mümkün olur. Denebilir ki, endişe, huzursuzluk, gerilim vs. diye adlandırdığımız psikolojik hâlin en şiddetli derecesi, bu varlık mertebesinde yaşanır. Bu durumda bulunan insan, kötülüğü işlerken de ondan uzak dururken de belli bir huzursuzluk hisseder. Fakat zamanla kötülükten uzaklaşma arzusu daha ağır basmaya ve huzursuzluktan kurtulmak için iyilik istikametinde ilerleme gücünü kendisinde bulmaya başlar. İşte bu manevi ilerlemenin sonunda nefsin huzura ermesi mutmain olması mümkün olıır ki, Kur’an bu dereceyi "nefs ul-mutmainne” (Fecr. 27) olarak adlandırır. Buraya eren insan, içindeki kötü itici güçlerin çokluğundan kurtulur ve birlik arz eden bir kişilik yapsına kavuşur. Onun bizzat kendi hayatında, kendisiyle öteki insanlar arasındaki münasebetlerinde ve nihayet kendisiyle Yaratıcısı arasında bir uyum vardır Nitekim “nefs-i mutmainne” sözünün geçtiği Kur’an metninde şöyle buyurulur:
“Ey huzur içinde olan can! O, senden sen de Ondan hoşnut olarak Rabbine dön. Ey can, iyi kullarımın arasına gir. Cennetime gir.” (Fecr, 27–30)
Bu yüce hitaba mazhar olan insan, varlık sırrının kapısını aralamış ve tevhidin şuuruna ermiş sayılır. Artık onun hayatında ikilik yok birlik vardır, nefret yok sevgi vardır, zulüm yok adâlet vardır. Varoluş gerilimi tamamen kalkmış ve tevhîdin şuuruna ermiş sadece mükemmelliğe doğru yürümez ki. Mükemmellik içinde de yürür. Hiç insan “ben artık manevî yücelişin sonuna geldim, bu kadarı bana yeter.” diyebilir mi?
Fakat bu mertebeye ulaşan insanın hayatında nefs-i levvâme derecesinde olduğu anlamda bir endişe ve huzursuzluk bulunmaz. Varlık şeridinin aşağı noktasında da yani nefs-i emmare derecesinde de, mutmainne derecesinde de gerilim iyiden iyiye azalır. Bu azalma, ilkinde insanı insan yapsın sıfatların bir yana itilmesiyle, ikincisinde onların kâmil ölçüde gerçekleşmesiyle olur. Bunlardan ilki, insan hayatının karanlık tablosu, ikincisi ise aydınlık tablosudur. Kur’an-ı Kerim, zaman zaman bu her iki tabloyu birlikte sunar. Her ikisinin de aynı varlığa ait olduğu unutulmasın diye. Meselâ Tîn Suresinde şöyle buyurulur:
“Biz insanı on güzel biçimde yarattık.
Sonra onu aşağıların aşağısı kıldık.
Yalnız inanıp yararlı işle işlenenler bunun dışındadır.
Onlar için kesintisiz ecir vardır.”
Meşhur “emânet” âyetinde de şöyle buyurulur: (Ahzab, 72)
“Biz emâneti göklere, yere ve dağlara sunduk. Ona yüklenmekten kaçındılar. On (un sorumluluğu)ndan korktular. Onu insan yüklendi, (Bununla beraber onun hakkını tam olarak veremedi), çünkü o, çok zâlim ve câhildir.”
Yine, insanın kendi kendini aldatması, nankörlüğü, huysuzluğu şöyle dile getirilir:
“Biz insana katımızda bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinir. (Fakat) kendi elleriyle yaptıktan yüzünden başlarına bir şey gelince, gerçekten nankör olur.” (Şura, 48)
“Başına bir fenalık gelince feryat eder. Bir iyiliğe uğrayınca da herkesi ondan men eder.” (Maaric, 48)
“İnsan iyilik istemekten usanmaz da kendisine bir kötülük gelince me’yus olur. Başına gelen sıkıntıdan sonra kendisine tarafımızdan bir rahmet tattırsak, ‘bu benim hakkımdır: der.” (Fussilet. 49)
Görülüyor ki, bütün bu ilâhi sözlerde insanın hoşa giden ve gitmeyen yanları birlikte ele alınmakta, özellikle onun eksik ve zayıf hususiyetleri gözler önüne serilmektedir. Yüce Allah, bunları insana açıklarken sadece tespit ve tayin işiyle yetinmez, onlardan kurtulmanın yollarını da gösterir. Söz gelişi bir yandan, “nefisler kıskançlığa, meyyâldir” (Nisa. 128) şeklinde buyururken, öte yandan “nefsini tamahkârlıktan koruyanların kurtuluşa ereceklerini” haber verir. (Haşr, 9)
Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’ın insana vermiş olduğu akıl ve irade gücünün insana yarar sağlayan her iyi alanda kullanılması ürerinde ısrar eder. Çünkü önemli olan bu güçlere sahip olmak değil, onları yerli yerinde kullanmaktır. Akıl ve iradenin kullanılacağı alanların başında inanç alanı gelir. Kur’an’ın insanı, her şeyden önce, mü’min olacaktır. O, kendi iç dünyasını dikkatlice yoklayacak, çevresinde olup bitenleri akıllıca değerlendirecek, tarihten dersler alacak ve Mutlak yaratıcının varlığını kabul edecektir. Yüce Allah, zaten gözde varlığını hiçbir zaman yalnız bırakmamış, onu vahiyle daima beslemiş, eğitmiştir.
Yüce Kitabımıza göre, insan inanma ihtiyacı, içinde olan bir varlıktır. Böyle bir ihtiyacın tatmin edilmesi, insanın varlık şartlarının başında gelir. Bu ihtiyaç, insanın kendi sonluluğunu, sınırlılığım, dolayısıyla bağımlılığına idrak etmesinden ve bu özelliklere sahip olmayan bir Varlık’a bağlanma arzu ve düşüncesinden doğmaktadır. Fâtır Suresinin 15. âyetinde şöyle buyrulur:
“Ey insanlar, siz Allah’a muhtaçsınız; Allah ise: İşte O, hiçbir şeye muhtaç olmayan ve hem de lâyık olandır.”
İman, birbiriyle ilgili iki anlama gelir: Bir anlamda iman, Allah’ın varlığını ve birliğini tasdik etmektir, öteki anlamda ise, varlık ve birliği tasdik edilen bu Yüce Varlık’a güvenmek, dayanmaktır; O’na teslim olmaktır. İşte böyle bir bağlanışın şuurunda olan kişiye Müslüman diyoruz. Kur’an-ı Kerim’in Hz. İbrahim’i “Müslüman” olarak vasıflandırması bu anlamda bir bağlanıştan dolayıdır.
İnsanın tabiatı ve değeri konusunda yanlış fikir ve yoruma sahip olan bazı kimseler, zaman zaman bu bağlanma ve teslim olmayı yanlış anlamaktadırlar hatta onu, insan onuruna yakıştıramayan bazı sözde “hümanist” akımlara bile rastlamaktayız. Oysa gerçek, hiç de onların inandıkları gibi değildir. Açlığımızı, susuzluğumuzu, bilgi eksikliğimizi gidermek nasıl tabiî ise, inanma ihtiyacımızı karşılamamız da, bir başka açıdan, öylece tabiîdir. Kur’an’ın insanı, bir yanılma içine düştüğü, korktuğu veya dıştan zorlandığı için değil, her bakımdan akla yatkın ciddî sebepler bulduğu ve irade gücünü kullandığı için mü’min olmaktadır. İnanmak, tam anlamıyla aklî ve iradî olan bir faaliyet içinde bulunmak demektir. "Dinde ikrah —yani istemeye istemeye inanmak— yoktur", "dileyen inanır, dileyen inanmaz” mealindeki ilâhî sözler, bu gerçeği dile getirir. İmanın insan hayatındaki mana ve değerini görmek için, başta Hz. Muhammed (AS.) in olmak üzere yüzlerce sahabenin Mevlâna’nın veya Yûnus Emre’nin hayatlarım tetkik etmeyip de, birtakım ruhî bunalımlar içinde bulunan inançsızları dikkate almak, dürbünü tersinden kullanmaya benzer.
Kur’an’a göre imam değil, inançsızlık her türlü marazî davranışın kaynağı olmaktadır. Çünkü inançsızlık, her şeyden önce, insanın topyekün varlıklar düzenindeki yerini kaybetmesinin en dikkat çekici başlangıç noktasını oluşturmaktadır. Haşr Suresi’nin 19. âyetinde şöyle buyurulur:
“Allah’ı unutup, Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkmış kimselerdir.”
Şimdi bu "kendini unutma" olayı, farklı insanlarda farklı şekillerde tezahür eder. Bazılarını sahte bir güvenlik duygusuna kaptırır. Bunlar kendilerinin kendilerine yeterli olduğu vehmine düşer ve âlemin kendileri için yaratılmış olduğunu zannederler. Yine onlardan bir kısmı, Kur’an’ın deyimiyle, “kendi hevâ ve heveslerini ‘Rab’ yerine koyar” (Furkan, 43), yahut Firavun gibi, "ben sizlerin rabbiniz değil miyim? diyecek hâle gelirler. İnanç ve ibadeti insan onuruna yakıştıramayanları bu gruba sokmak mümkündür.
İnsanın Allah’ı (dolayısıyla kendi kendini) unutması, bazı kimselerde biraz önce söylediklerimize zıt olan bir hayat anlayışına sebep olur. Allah’a inanmayı, O’na ibadet edip O’ndan yardım beklemeyi unutanlar, kendi yetersizliklerini anladıkları için inanma ihtiyacını karşılamanın tabiî olmayan yollarını arar, çok kere ya kendi elleriyle yonttuklarına ya bir fâniye veya bir ideolojiye taparcasına bağlanırlar. Maddî yönden gelişmiş olan birçok ülkelerde gerçek hedefine yönelmemiş olan inanma ihtiyacının nasıl kötüye kullanıldığını duymakta ve görmekteyiz.
İnançsızlık, bazen, daha da şümullü ve tehlikeli, hayat anlayışlarına kapı açabilmektedir. Âlemde işgal ettiği önemli mevkii unutan birçok insan, kendi hayatlarını bir bitki veya hayvanın hayatından farklı görmemekte ve derin bir kötümserlik duygusuna kapılmaktadırlar. Kur’an, bu durumu o günün inançsız bazı Arapların ağzından şöylece dile getirir:
“Hayat ancak bu dünyadaki hayalimizdir. Ölürüz ve yaşarız; bizi ancak zamanın geçişi yokluğa sürükler.” (Câsiye, 24)
Ne yazık ki, bu kötümser bakış tarzı, günümüzde bile oldukça yaygın görünmektedir. Hızla yayılan inanç eksikliği, başka bazı sebeplerle el ele verince, insanı evvelâ kendisine, sonra aile ve yakın çevresine, daha sonra da içinde yaşadığı nizamın tamamına yabancılaştırmıştır. İnancın ve ahlâkın oluşturduğu nirengi noktasından uzak, hatta zaman zaman ona karşı olarak gelişme gösteren hayatın maddî faktörleri, söz konusu yabancılaşmayı azaltmak şöyle dursun, tam tersine artırmıştır. Kur’an’ın “kendini unutma” diye adlandırdığı beşeri hâdise, sayısı her gün artan birçok kişide evvelâ ferdiyet şuurunu sarsmış, “ben neyim, kimin, niçin varım?” gibi soruların cevapsız kalmasına yol açmıştır. Bu durum, bugün “gelişmiş” diye adlandırılan birçok ülkede “kimlik bunalımı” denen marazî ruh hâline sebep olmuştur. Tanınmış bazı bilim adamlarının bu konuyla ilgili görüşlerine burada temas etmek istiyorum:
Psikoloji ve ruh hekimliği ile meşgul olanların yakından tanığı bilginlerden Rollo May’e göre, günümüzde ruhî bunalıma düşmüş insanların en büyük problemi, kendilerini bir boşluk ve gâyesfoslik içinde hissetmeleridir. Leslie Faber, günümüz insanının “irade dağınıklığından”, Wilhelm Reich “makina gibi yaşamak‘’tan, Eric Erikson "insan topluluklarının sürüleşmesi”nden ve "kalabalıklar içinde yalnız kalmaktan” söz etmekte ve bilim adamlarını çare aramaya çağırmaktadırlar. (Bkz. Perez-Esclarin, Atheism and Liberation, 1974, s. 44 vd.)
Batı kültür ortamında bütün şiddetini gösteren bu bunalım hâlinin ülkemizde aynı ölçüde hissedilmediği bir gerçektir. Fakat hemen ilâve edelim ki, özellikle büyük şehirlerimizde aynı yönde bir gidişin yer aldığına dair ciddi işaretler bulunmaktadır. Kendilerini bir boşluk ve gayesizlik içinde bulanlar arasında sarhoşluk verici ve uyuşturucu maddelerin kullanımındaki —resmî ağızlardan— duyulan, hızlı artış haberlerini duymazlıktan gelemeyiz. Kaldı ki, bizim de kendimize göre başka problemlerimiz vardır ve bunlar da ferdî ve İçtimaî seviyede hissedilen "hüviyet bunalımı” ile çok yakından münasebet hâlindedir. İnanç, ahlâk ve kültür açısından düzenli bir eğitimden mahrum kalmış birçok genç insanımız, sosyoekonomik bazı faktörlerin de araya girmesi neticesinde, önce kendi öz varlıklarına, sonra aile ve yakın çevrelerine, daha sonra da topyekûn nizama yabancılaşmış, böylece başka gayelerin zerk edilmesine hazır hâle gelmiştir.
Kur’an-ı Kerim’e göre, ilim hikmet, irade, kudret, rahman ve râhim sıfatlarına sahip bir Yaratıcıya inanmak, âlemi böyle bir Varlık’ın halk ettiğini kabullenmek, insanın kendisi, ne inanması ve güvenmesinin, hayata mana ve değer vermesinin tükenmek bilmez kaynağı olmaktadır. Mü’min olmak, ferdî ve kozmolojik seviyede yepyeni bir bakış tarzına sahip olmak demektir. “İnsanoğlu kendisinin başıboş bırakılacağım mı sanır?” (Kıyâme, 36) mealindeki âyet-i kerime üzerinde düşünmesini bilen bir mü’minin Kendi hayatına bir anlam verememesi gibi bir problemin asla doğmaması gerekir. "Sıradan” dediğimiz insanlar, mü’minin gözünde, ilâhî hikmet ve kudretin en güzel eserleri mevkiine yükselirler. Çevremizde gördüğümüz ve yine çok kere "sıradan” dediğimiz tabiî ve beşerî olaylar, onun gözünde birer ilahî ‘’âyet” ve “işaret” statüsünü kazanırlar. Yüce Kitabımızda şöyle buyurulur:
“Göğü, yeri ve ikisinin arasında bulunanları boşuna yaratmadık. (Bunun boşuna yaratıldığı kanaati) inanmayanların zannıdır.” (Sad, 27)
Bu âyetten öğreniyoruz ki, inançsızın en belirgin özelliği, çevresinde gördüğü her şeyi boş ve manasız addetmesidir. Kur’an’ın bu bakış tarzını "zan” adlandırması, onun her türlü ilmî ve metafizik bir temelden mahrum olmasından dolayıdır. Öte yandan, Kur’an, mü’minin bakış tarzını da şöyle dile getirir:
“Onlar göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler. ‘Rabbimiz sen bunu boşuna yaratmadın’, derler.” (Âl-i imrân, 191)
Acaba mü’min, gök ve yerin arasında gördüklerine nasıl bir anlam vermekteki; “Rabbim, Sen bunları hoşuna yaratmadın.” demektedir. Kur’an-ı Kerim’i dikkatlice tetkik ettiğimiz zaman bu sorunun cevabının pek zor olmadığını anlarız. Şöyle ki, Yüce Kitabımız, mü’minden, öncelikle, âlemle kendisi arasında bilgi seviyesinde sağlam bir münasebet kurmasını istemektedir. Kur’an’a göre âlemde olup biten her şey gerçektir ve bir düzen içinde akıp gitmektedir. Bunun için de insan, şeyler ve olaylar üzerinde düşünmeli inceleme ve araştırmaya koyulmalıdır. Allah, Hz. Peygamber’den “Rabbim ilmimi artır” şeklinde dua etmesini emreder. Yine, Yüce Rabbimiz, “Allah, sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltir.” (Mücadele, 11) buyurur. Başka bir âyette ise, “Biz bu misalleri insanlara anlatıyoruz, fakat onları, bilgi, sahibi olanlardan başkası düşünüp anlayamaz.” (Akebût, 43) diye buyurulur. Görülüyor ki, Kur’an, şuurlu bir inanma ile ilim arasında kopmaz bir bağ kurmuştur. O halde, mü’minin bakış tarzının en bariz özelliklerinden biri ve belki de başta geleni, ilim zihniyetine her yönüyle yer vermesidir. Buna göre, mü’min olmakla âlemi anlamsız saymak fikri asla bir arada bulunamaz.
İkinci olarak; mü’min, çevresinde gördükleri üzerinde düşünürken onlarda aynı zamanda bir güzellik bulmaktadır. Tasavvuf literatürümüzde çok sık geçen bir deyimle, "âlem, sadece Yüce Yaratıcının Celal sıfatının değil, aynı zamanda Cemâl sıfatının eseridir. Mü’min, düzenin ve Ahengin bulunduğu her yerde bir de güzelliğin olduğunu fark eder. Kur’an-ı Kerim, yıldızlarla donatılmış semanın güzelliğinden tekrar tekrar bahis buyurur ve dikkatlerimizin o güzelliğe çevrilmesini ister (Saf fat, 3«; Fussilet, 14; Hicr, 15; Kaf, 50 vs.). Mü’minin kalbinin imanla (Hucurat, 49), amelinin ise ibadetle süslendiğini hatırlatır (En’âm, 6.). Hayvanlar ve bitkiler dünyasındaki güzelliklere dikkatimizi çeker. (Nahl, 16; Kehf, 18) Bu âyetler üzerinde düşünen bazı Müslüman bilgin ve sufiler, âlemde görülen nizam ve gaye kadar orada mevcut güzelliğin de insanı inanca götüren bir yol olduğunu ifade etmişlerdir. Bu, şu demektir: Mü’min, sadece bilgi yoluyla değil, estetik duygu yoluyla da, yani sanat aracılığı ile de kendisinin ve âlemin hayatına bir anlam verebilmektedir.
Üçüncü olarak; mü’min, âleminde gördüğü nizam ve gayeden orada şahit olduğu İlâhî güzellikten hareket ederek inancım daha bir pekiştirme imkânı bulur. Kur’ân-i Kerim, bu durumu “kalbin mutmain olması” şeklinde adlandırır. (Bakara, 260) Başka bir ifadeyle, bilgi ve sanat seviyesinde gerçekleşen bakış tarzı, inancı bir bakıma “doğrular”, taklit hâlindeki iman “tahkik" derecesi, ne yükselir; böylece mü’min olmak daha anlamlı bir derinlik kazanır.
Dördüncü olarak; mü’min, bilgi, sanat ve inanç sayesinde aldığı önemli mesafeye bağlı olarak Allah’ın vermiş olduğu nimetleri takdir etmesini ve bütün bunlar için Yaratıcı’ya şükür etmesini bilir. Takdir ve şükür duygusu ise, ahlaki hayatın başta gelen özelliğidir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Allah, şükredesiniz diye Ayetlerini böylece beyan etmektedir.” (Maide, 79) Şükür sayesinde nimeti veren ile nimete kavuşturan arasında mahiyeti itibariyle ahlâkî olan güçlü bir bağ kurulmakta ve mü’min, bu yolla, kendi hayatına ahlâkî bir mana vermektedir.
Bütün bu söylediklerimizi özetleyecek olursak; mü’minin bakış tarzını şu şekilde tarif edebiliriz:
Mü’min, topyekûn hayata bilgi, sanat, inanç ve ahlâk seviyesinde anlam verebilen kişidir. Onun hayatında din ile bilim, bilim ile ahlâk ve ahlâk ile sanat asla birbirinden kopmaz ve karşı karşıya gelmez. İşte onun hayatının canlı bir bütünlük oluşturmasının sebebi budur.
Böyle bir bütünlükten mahrum olma, psikolojik ve sosyolojik alanda çeşitli aksaklıkların doğmasına yol açar. Meselâ, ortaya koyduğu başarılarının insanlığı hangi yönden ve nasıl etkileyeceği üzerinde düşünmeyi gerekli görmeyen bir bilim adamı, yarar yerine zarar getirebilir. Hayatın inanç ve ahlâk boyutlarını hiçe saymayı marifet sayan bir sanatkâr, kendisini ve sanatıyla ilgilenen başka insanları duygu ve düşünce karışıklığına sürükleyebilir.
Yine, bilim ve sanatla beslenmeyen bir inanç dünyasına sahip insanlar, bazen hayatı birtakım kuralların lafzına sıkı sıkıya bağlanmaktan ibaret saymak gibi dar ve katı bir tutum içine düşebilirler.
Eğer bir toplum, özelliklerini sayageldiğimiz bu tek boyutlu, insanlarla yönlendirilirse, çarpık bir kültür vasatı doğar ve toplum düzeni altüst olur. Bunun sonucu olarak da zihinlerde bulanıklık, gönüllerde sevgisizlik, iradede zayıflık kaçınılmaz olur. Hakikat ile hayal, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin birbirine karışır. Kur’an, bu durumu “fesat” terimi ile adlandırır; ona geniş anlamıyla "anarşi" demek de mümkündür. Konuya bu açıdan baktığımızda, fesat ile iman, dolayısıyla "müfsit" ile “mü’min” zıt kutuplarda yer alırlar. Kur’an’da mü’min, birliği beraberliği ve düzeni; müfsit ise, ayrılığı, dağınıklığı, düzensizliği temsil eder. Birincisi maddî ve manevî sağlığa, ikincisi hastalığa işaret eder. Biri eğriyi düzeltmeğe, öteki eğriyi doğru göstermeye çalışır. Müfsit, Bakara Suresi’nin 11. âyetinde şöyle tasvir edilir:
“Onlara “yeryüzünde bozgunculuk yapmayın’ dendiği zaman, ‘biz sadece düzeltenleriz’ derler.” Oysa mü’minin değişmez tarifi Asr Suresinde şu şekilde yapılmaktadır:
“İnanır, iyi işler yapar, hakkı ve sabrı tavsiye eder.”
Açıklama:
en iyi seçip takip edersen sevinirim ☺️
Yazar:
silviagoodman
Bir cevabı oylayın:
7Yazar:
darwin
Cevap:
cevap c en son olarak basamak sayısını sayabilirsin
Yazar:
leftycharles
Bir cevabı oylayın:
7Bu başlığı kapatarak, bir bağlantıya tıklayarak veya başka bir şekilde gezinmeye devam ederek çerez kullanımını kabul etmiş olursunuz.