Konu:
TürkçeYazar:
jaylahayesOluşturulma Zamanı:
2 yıl önceDört Kardeştiler, Annesi ölmüş olan ve babası bir koruda çalışan dört kardeş köpekleri Korkmaz ve dedesi ile birlikte kutu gibi ,harabe bir evde yaşıyorlardı. Kardeşlerden en büyüğü olan Feten 13 yaşında, diğer kardeşi olan Habibe ise 6 yaşında,evin diğer miniği Döndü 5 ve evin en küçük çocuğu olan Yaşar ise 2 yaşında idi.Babaları köyün korucusu olan Hasan Bey dürüst bir kişiliğe sahipti.Anneleri Yaşar'ı doğururken ölmüştü.Evin yükü,dört kardeşin en büyüğü olan Feten'in omuzlarındaydı.
Anneleri ölen kızlar daha çok küçük idiler.Bu dört kardeşe evdeki dedeleri bakıyordu.Dedesi,ona yol gösterip akıl veriyordu.Bu topal ve yaşlı dede çocuklara iyi bakmaya çalışıyordu.Babaları ayda yılda bir çocuklarına bakmaya gelir, ihtiyaçlarını giderir,konu komşuyu çocuklarına iyi bakmaları için tembih ederdi.Babalarının gelmediği günlerde ise çocuklar korunun yolunu tutarlardı.Karşı köyün insanları bu köyün korusunu çekemez arada sırada koruya keçilerini gönderirler bu yüzden dolayı da kavga ediyorlardı. Yine böyle bir olayda silahlar ateşlenmiş ve Hasan Bey de orada hayatını kaybetmiş. Babalarını da kaybeden bu 4 kardeş dedeleri ile yalnız kalmışlardır.
Dedeleri de yaşlanmıştı artık bırakın bu 4 çocuğa bakamıyordu.Zaman ilerliyor ve yavaş yavaş komşuları da onları unutmaya başlıyordu.Dedeleri de hasta olan çocuklar hiç bir şeyin farkında değildiler. Feten hem kardeşlerine bakıyor,hem yemek yapıyor,hem de Yaşar’la ilgileniyordu. Dedesi de çalışıp para kazanamayacağı için kardeşi Yaşar'ı da alıp köydeki kazlar ile keçileri güdüyorlar ve bunun karşılığında da yemek alıyorlardı.Yaşar git gide büyüyor,büyüdükçe de arzuları ve istekleri daha da artıyordu.Yaşar artık okula başlamıştı. Feten bir gün evde otururken dedesi fenalaşıp gözleri önünde hayatını kaybettiğini gördü.Aradan uzun bir süre geçtikten sonra,köye bir komutan gelir.Komutan şehre götürmek için 2 tane kız çocuğu istediklerini köy muhtarına bildirir ve muhtarda Döndü ve Habibe’yi komutana verir.
Feten kardeşlerinin gitmemesi için elinden gelen her şeyi yapar fakat muhtarda,komutanda fikrinde ısrarcıdır. Feten bu olanları yavaş yavaş unutmaya çalışır.Ardan bir müddet geçince komutan tekrar köye gelir ve bir çocuk daha istediklerini köy muhtarına bildirir.Bunun üzerine muhtar bu sefer de Feten'i evden zorla alarak abla kardeşi ayırır. Feten geldiği yerde çok eziyet ve işkence görür.Ve evden kaçmak isterken evin sahibi Feten'i yakalar ve onu eve kilitler. Feten bundan sonra evden çıkamayacaktır.Bir gün Feten evde kilitliyken bir anda yangın çıkar. Feten kendini dışarı zor atar ve kurtulur.Eli yüzü yara bere içinde olan Feten’i annesi de artık evde kabul etmez.Ve köyüne geri gönderir .Feten otobüse sevinçle binerken sessizce şu sözleri mırıldanır:"Geliyorum…"
⇢Arı ile papatyaArı ile Papatya, Sıcak bir yaz günüydü. Her yer çiçeklerle dolu ve hava mis gibi kokuyordu. Çiçek tarlasının üzerinde arı vız vız diyerek neşeli neşeli uçuyordu. Havada o kadar güzel süzülüyordu ki papatya onu hayranlıkla izledi. Uçmaktan yorulan arı papatyanın yanındaki ağaç dalına konar. Papatya, arı ile konuşmak ister ve seslenir:
* Arı kardeş ne kadar güzel uçuyorsun. Oysa benim kanatlarım yok ve ben senin gibi dünyadaki güzellikleri göremiyorum. Sadece etrafımdaki çiçekleri görüyorum. Bir gün beni de alıp gezdirebilir misin? der.
Arı papatyaya kibirli gözlerle bakar ve:
* Ben seni nasıl taşıyım. Seni asla alıp, taşıyamam. Çabucak yorulurum, Hem ne yapacaksın dünyadaki güzellikleri, diyerek papatyayı götürmek istemez ve uçarak gözden kaybolur. Bu duruma oldukça üzülen papatya günlerce ağlar ve kendisine kibirli davranan arı onu çok üzmüştür. Aslında papatyayı alıp, gezdirebilirdi. Fakat o kibirli davranarak onu küçümsemeyi tercih etti.
Aradan aylar geçti ve havalar yavaş yavaş soğudu. Ağaçlar yaprak döküyor ve çiçekler soluyordu. Fakat papatya halen yapraklarını dökmemişti. O gün havada arıyı uçarken görür ve bal yapmak için çiçek aradığını fark eder. Oysa oradaki solmadan kalan tek çiçek papatyaydı. Papatyanın üzerine konmak ister ve papatya arının konmasına izin vermez. Bu duruma oldukça şaşıran arı papatyaya seslenir:
* Neden konmama izin vermiyorsun. Bal yapmam gerek. der. Papatya aylar önce kendisine kibirli davranan arının yaptıklarını ona hatırlatır. Durumu hatırlayan arı kendine çok kızar ve papatyadan özür diler. Kendisinin kibri yüzünden geri çevirdiği papatyaya, şimdi kendi muhtaç olmuştu. Arının yaptıklarını affeden papatya, arının bal yapmasına izin verir ve bu duruma sevinen arı papatyayı alarak dünyayı gezdirmek için havalanmaya başlarlar.
⇢Çalınan taçÇalınan Taç (Prens ile Dilenci) hikâyesi 16. yüzyılda, bir sonbahar günü, İngiltere'nin Londra kentinde başlar. Sefil mi sefil buz gibi bir evde fakir bir ailenin istenmeyen çocuğu Tom Canty dünyaya gelir. Onunla aynı anda İngiltere'nin en zengin ailesinin de bir çocuğu olur. Ülkede herkesin aylardır heyecanla beklediği ve bir gün kral olarak taç giyip tahta çıkacak olan Edward Tudor'dur bu çocuk. Zavallı Tom her gün açlıkla savaşıp dilenmesi için sokaklara salınırken, Galler'in genç prensi Edward görevleri yalnızca ona bakmak olan bir hizmetkâr ordusuyla yaşamaktadır. Günün birinde bu iki çocuk karşılaşır. Çocuklar sırf eğlence olsun diye giysilerini değiş tokuş ederler ve heyecanlı bir macera başlar.
Çalınan Taç (Prens ile Dilenci) Mark Twain'in çocuklar için yazdığı tek romandır. Ancak bu sözlerden çocuksu bir dille yazıldığı ya da yalnızca çocuklara göre yazılmış bir eser olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Tam tersine bu roman pek çok alanda çığır açmış bir eserdir.
Özeti:
16.Yüzyılın bir sonbahar günü İngiltere’nin Londra Kentinde 2 çocuk aynı anda doğdu.Bu çocuklardan birisi çok sefil olan Canty ailesinin çocuğudur. Canty ailesi çok fakirdir ve durumlarını dilencilik,hırsızlık yaparak geçirirler. Karınları doyuracak ekmeği bile zor buldukları için yeni doğan çocuğu başlarına bir bela olarak görüyorlardı.Çocuğun ismini Tom koymuşlardı. Bu dilenci çocuğun haricinde bir çocuk daha olmuştu İngiltere’nin Londra Kentin de hem de aynı zamanda doğmuşlardı.Bu çocuk İngiltere Kralının çocuğuymuş. Aynı zamanda sadece kral ve ailesi değil tüm İngiltere bu doğacak olan çocuğu bekliyormuş.Bu çocuk Edward Tudor’du.
Zavallı Tom her gün dilenmek zorunda kalıyormuş fakat dilenmeyi hiç ama hiç sevmiyormuş. Babası tam bir canavar babasının annesi ise tam bir cadıymış. Babası her akşam aile bireylerini toplar getirdiklerini sayarmış annesiyle birlikte. Eğer topladıkları veya çaldıkları eşyaların ve paraların sayısı az olursa annesiyle birlikte ölene kadar döverlermiş aile bireylerini. Tom dilenciliğin ve hırsızlığın kendisine göre olmadığını düşünerek dilenmezmiş. Bu yüzden her akşam babası ve annesi Tom’u ölene kadar döverlermiş.(Annesi Dediğim Tomun Annesi Değil Canavar Babanın Annesi )Tomların kirada oturduğu evin üstünde bir tane rahip yaşıyormuş.
Rahip ara sıra Tom’a ve kız kardeşlerine yanlış yolda olduklarını onlara ders dil öretebileceğini bu işleri bırakmasını söylermiş.Ama kızlar babasından korktukları için rahibi dinlemezlermiş.Tom rahibi dinlemiş ve boş olduğu zamanlar gizlice rahibin yanına gitmiş ve rahip Tom’a ders vermeye başlamış.Tom bu gidişle yabancı dillerin bazılarını hafiften öğrenmeye başlamış ve Rahiple araları çok iyi olmuş.
Tom dilencilik yapmaya çıkıyorum diye rahibin yanına gidermiş hep.Ama her akşam babası Tomu eve para getirmediği için dövermiş gün geçtikce Tom dahada zayıflıyormuş.Annesi ve kız kardeşleri bu duruma çok üzülüyormuş ama Tom’u korumaya kalkarlarsa Babası onları daha da felaket dövüyormuş.Gelelim Kral’ın oğlu Edward Tudor’a. Edward’ın yaşamı sıradan ama çok güzel zaman geçiriyormuş.Edward’ın tek yaptığı sabah kalkmak hizmetçilerinin üstünü giydirmesi kahvaltı etmesi sonra hocalarından tüm yabancı dillerin derslerini alması ve benzeri şeylermiş. Edward hep dışarıda o dilenci olan çocuklarla oynamayı hayal kurarmış çünkü dilenciler ama çok fazla eğleniyorlarmış derede yüzme,gezme, birbirlerini ıslatma gibi şeylerle çok eğleniyorlarmış. Bir gün Tom sokaklarda boş boş dolanırken sarayın önüne varmış buranın neresi olduğunu anlamaya çalışırken saray olduğunu anlamış. Bu arada Tom hep krallarla ilgili kitaplar okurmuş ve kralların huyunu yaptığı davranışları az çok öğrenmiş. Tom sokakta dilenci arkadaşlarına kölesi gibi davranırmış ben kralım deyip oyun oynarlarmış.Tom cidden bir kral gibiymiş.
Tom’un en büyük hayali bir prens olmakmış… Tom saraya yaklaşmış bir grup insan prensimizi görmek isteriz diye ordan bağırıyorlarmış. Tom yaklaşmış saraya nöbetçiler Tomu görünce Toma vurup elini kanatmışlar ve dilenci parçasına bakın prensimizi görmeye gelmiş deyip alay etmişler. Tom çok sinirlermiş ama elden bir şey gelmez ordan uzaklaşıcağı sırada prens bu olanları görmüş ve koşarak gelmiş nöbetçiye seni babama şikayet edip astıracağım demiş ve Tom’u saraya almış.Tomla tanışmışlar ve birbirlerine hayatlarını anlatmışlar.Tom prens olmayı istediği en büyük şey olduğunu söylemiş. Prens Tom’un hayatlarını çok beğenmiş arkadaşlarıyla geçirdiği zamanları yani.Prens demiş ki gel kıyafetlerimi değişelim 1 günlüğüne demiş.Tom buna çok sevinmiş değişmişler hemen kıyafetlerini.
Prens Tom’un elindeki yarayı görmüş bunu o nöbetçi mi yaptı demiş ve hemen dışarıya fırlamış (Kıyafetleri değişik durumda şu anda ) ve nöbetçiye sen nasıl olurda halkıma zarar verirsin demiş.Nöbetçi hemen prensi tuttuğu gibi dışarıya atmış bir güzel pataklamış sen kim oluyorsunda beni prense şikayet ediyorsun demiş.Böyle böyle olaylar gelişmiş.Tom sarayda halen boş odada bekliyormuş.Akşam olmuş herkes Dilenciyi arıyormuş sarayda(Yani prens sanıyorlar onu çünkü prens ve dilenci birbirlerinin aynısıymış) Prensi yemek odasında boş beklerken bulmuşlar. Prensim burada ne arıyorsunuz demişler.Tom bir anda korkmuş onu öldürmeye geldiklerini sanmışlar. Tom yalvarmaya filan başlamış tüm saray halkı bunu duymuş dışarıya haber yayılırsa herkes idam edilcek demiş kral.
Kral tomu odasına çağırmış noldu benim oğluma demiş.Tom titrek bakışlarla korkuyormuş ben prens değilim demiş ben dilenciyim demiş ama kral oğlunun hafızasını kaybettiğini sanmış. Tüm adamlarını çağırmış vezirleri filan.Demiş ki oğlum fazla ders çalışımından zekasını yitirdi. Ama ne olursa olsun o benim oğlum ve Kral o olucaktır demiş. Bu yüzden derslere ara verin demiş oğlumu hep eğlendirin gezsin etsin ders yok artık demiş.Tom zorlansada alışmış yavaş yavaş saray halkına ve saray kurallarına.Bizim asıl prens ise yollarda nereye gittiğini bilemez durumdaymış. Prens kısaca kaybolmuş. Bizim Tom’un babası yolda prensi görünce hemen eve götürmüş ve eşek sudan gelinceye kadar dövmüş. Bizim Prens Edward Ben prensim kimse bana vuramaz deyip baş kaldırmış ama kimse olan olayları dinlemiyormuş.Tomun annesi hemen devreye girmiş nolur beyim dövme çocuğu yazıktır demiş.
Döve döve çocuğun aklını kaçırttın demiş bugün nolur dövme onu diye yalvarmaya başlamış. Ama baba dinler mi dövmüşte dövmüş. Çocuk en son yorgunluktan bayılmış. Sabaha doğru ev halk uyanmış Prensi uyandırmaya gittiklerinde prens rüya görüyordu ve rüyasında hizmetkarlarım hemen masayı hazırlayın çok açım diyordu. Tom zaten bu aralar böyle davranışlar sergilediği için kimse prensin tom olmadığını aklına getirmiyordu. Böyle böyle zaman akıp gitmiş. Bir gün vahşi baba gene prensi dövüyormuş ve döverken adamın biri dur onu dövme demiş.Bu adam rahipmiş. Vahşi baba rahibe vurmuş ve rahip ölümden zor dönmüş.Bunu duyan askerler direk adamın evine gitmişler vahşi babanın.Baba kaçmış herkes ayrı yerlere dağılmış.Prens kıyının oralara kaçmış direk.
Miles Hendon diye biri prensi görmüş ve kurtarmış onu. Prens ona hayatını anlattığında Miles Hendon prensin aklını yitirdini sanmış ama ona kardeşi gibi bakıcana yemin etmiş. Artık Miles Hendon prens ne derse onu yapar olmuş. Prense kaldığı hotelde yemek yediriyormuş üstünü giydirip çıkarıyormuş Prens git gide prensline inanan birini bulduğunu sanıyormuş fakat Miles Hendon öyle yaparsa Prensin daha erken iyileşebileceğini sanıyormuş.Prens bir gün sabah kaybolmuş.Miles Hendon çılgına dönmüş ve hemen prensi aramaya koyulmuş hancıya sorduğunda hancı sabah birisi gelip de prensi aldı demiş. Miles Hendon bunu yapanın o vahşi babası olduğunu anlamış hemen ve izlerini takip ederek onları yakalamaya çalışmış.Prensi babası kaçırmıştı cidden. Babası prensi kaçırırken geçtikleri yerler çok kalabalıktı prens acaba noluyor diye kulak kabarttı. Meğersek KRAL ÖLMÜŞ ! Prens bunu duyunca yıkıldı ağlamaya başladı vahşi babası noldu diye sorunca kral babam öldü diye söyledi.
Adam çocuğa tokat atıp senin baban benim ve ölmedim demiş.Prens kral olmuştu artık.Tom sarayda keyfine diyecek yoktu askerlerinin sayısını kat kat artırmış çünkü askerleri çok seviyormuş.Sonra Tom yabancı dil dersleride alıyormuş ama sarayda İngilterenin mühürü kayıpmış. Bunun yerini gerçek prens bilebilirmiş tek.Hikaye Böyle böyle gitmiş artık.
En sonunda Miles Hendon Prensi saraya götürebilmiş. Prens hemen girmiş kralın odasına ve kral benim demiş. Herkes bu yalancıyı tutuklayın deyip üstüne atılmış ama bizim Tom hemen itiraz edip gerçek prens o onu tutuklayanı astırırım demiş. Herkes ne yapıcağını şaşırmış bir halde bir prense bir de Toma bakıyorlardı. Vezirlerden biri hemen çıkıpta madem gerçek prens söylesin bakalım mühür nerde demiş. Prens düşünmüş düşünmüş nereye koyduğunu hatırlayamamış. Bizim Tom hemen atlamış zorla kafanı demiş beni yemek odasına bırakmıştın çıkarken mühürü görüp almıştın dedi ve Prens hemen bağırdı yerini söyledi.Vezir gitti o
yere baktı ve cidden mühür oradaydı.
Taç takma töreni yapılamadan yetişmişti Prens Edward. Artık Krallar yerini bulmuştu. Bizim Prens Tom’a hayatını borçluydu eğer o yardım etmezse hayatt’ta Kral olamazdı. Kral herkesin önünde ferman verdi Tom’u Gören Herkes Sokakta Yolda Fark Etmez Onun Önünde Eğilecektir Dedi.Miles Hendon’a ise çok fazla para verdi ve onu yardımcısı olarak yanına aldı.Sonra tüm saray halkının önünde Tom benim bile yerini bilmediğim mühürün yerini sen nasıl oluyor da biliyorsun diye sordu ???
Tom:Şeyy efendim boşverin bence dedi.
Kral Edward: Yok,utanıcak bir şey yok söyle lütfen dedi.
Tom:Sarayda yemek harici dışında hiçbir yiyemiyorduk ve ben bu yüzden gizlice cebime ceviz doldurup onları odamda yiyordum. Yerken şeyyy onları kırmak için Mühürü kulanıyordum dedi. Tüm saray halkı bu sözler üzerine gülmekten koptular.
⇢Kibritçi kızBir yılbaşı gecesiydi. Dondurucu, kavurucu bir soğuk vardı. Yoldan geçenler paltolarının yakasını kaldırmışlar, atkılarına bürünmüşler, hızlı hızlı yürüyorlardı. Kimi evine geç kalmış, acele ediyor, kimi bir eğlence yerine gidiyordu. Çocuklar koşuyorlar, birbirlerine kartopu atıyorlardı. Gecenin zevkini en çok onlar çıkarıyorlardı. Kahkahalarla gülüyorlar, sevinçle haykırıyorlardı.
Yalnız bir çocuk vardı ki gelip geçenler onun farkında değillerdi. Ufak bir kız çoçuğu. Başı açık, elbisesi yama içinde, yoksul bir kızcağız. Bir kapının önüne büzülmüş, çıplak ayaklarını altına almıştı. Soğuktan morarmış tir tir titriyordu. Üzerinde oturduğu taş basamakta buz gibiydi.
Yavrucağız da sanki donmuş, bir buz parçası kesilmişti.
Geniş bir mukavva kutunun içine sıralanmış kibrit kutularına bakarken gözleri yaşarıyordu.
Evet, bu bir kibritçi kızdı. O gün bir tek kutu kibrit bile satamamıştı. Satsa, bir kaç kuruş para kazansa, kalkıp evine gider, annesiyle birlikte hiç olmazsa bir kase sıcak çorba içerdi. Gidemiyordu, çünkü o gün hiç kibrit satamadığını annesine söylemekten çekiniyordu. Soğuktan, üzüntüsünden titreyen kısık,incecik sesiyle “Kibrit var, kibrit”diye bağırıyordu.
Sokaktan geçenlerin hiçbiri başını çevirip bakmıyordu…
Ah hiç olmazsa ayaklarında terlikleri olsaydı! Biraz önce, sokak sokak dolaşırken, hızla geçen bir arabanın önünden kaçmış, kaçarken terlikleri ayağından fırlamıştı.
Karşı kaldırıma geçtikten sonra, dönüp bakmış hınzır bir çocuğun terlikleri kapıp kaçtığını görmüştü. Arkasından seslenmişti ama, çocuk alaylı alaylı seslenerek koşa koşa uzaklaşmıştı.
Kibritçi kız bunun üzerine bir kapının girintisine sığınmış, oracığa kıvrılıp oturmuştu.
Parmakları donmuş, sızlamaya başlamıştı. Kızcağız bu acıya dayanamadı, kutulardan birini açıp bir kibrit çıkardı. Parmakları uyuşmuştu, kibrit çöpünü elinde güçlükle tutuyordu. Eli titreye titreye çöpü duvara sürttü. Kibrit birden alev aldı; tatlı, yumuşacık, turuncu bir alev.
Zavallı kız, kibriti bir elinden öbür eline geçirerek, parmaklarını ısıttı. İçi de ısınmıştı. Sanki gürül gürül yanan bir ocağın karşısındaydı. Gözleri aleve dikilmiş, düşlere dalmıştı: Güzel bir odada, büyük bir ocağın karşısında oturuyordu. Arkasında kalın bir yünlü hırka, ayaklarında kürklü terlikler vardı.
Isınmış, terlemeye bile başlamıştı… Derken kibrit sönüverdi. Kibritin sönmesiyle, o tatlı düşlerde sona ermişti. Kızcağızın parmakları yeniden donmaya, sızlamaya başlamıştı.
Bir kibrit daha yaktı. Bu sırada soğuk bir rüzgar esti. Kız kibrit sönmesin diye, duvardan yana döndü. Öbür elini aleve siper etti. Aleve bakarken, karşısındaki duvar sanki eridi, birden açıldı, içerisi göründü. İçeride geniş bir oda vardı. Kar gibi bembeyaz örtü yayılmış bir masanın üzerine tabak tabak yiyecekler dizilmişti. Sofrada gümüş şamdanlar yanıyor, odayı gündüz gibi aydınlatıyordu. Kızcağız’ın gözleri sofranın ortasında, büyük bir tabağa konulmuş, nar gibi kıpkırmızı kaz kızartmasına dikilmişti. Ağzı sulandı. Elini oraya doğru uzattı. Kibrit yana yana sonuna gelmişti, parmağını yakıyordu. Kızcağız çöpü yere atıverdi. Atmasıyla birlikte, yılbaşı sofrası siliniverdi, gözlerinin önüne taş duvar yeniden dikildi.
Üçüncü kibrit daha fazla düşler yarattı:Bir yaz gecesi…Kibritçi Kız kırda bir ağacın altına oturmuş, yıldızlara bakıyor. Gece olduğu halde hava sıcak. Altındaki toprak, gündüz güneşten ısınmış, fırın gibi yanıyor… Küçük kız gözlerini yıldızlardan ayıramıyordu. Uzaktan uzağa gece kuşları ötüyor, kurbağalar bağrışıyordu.
Derken bir yıldız kaydı, gökyüzüne geniş bir yay çizerek uzaklaştı, söndü. Kızcağız: ‘işte, biri daha öldü’ diye mırıldandı. Bir gün, ninesi söylemişti: Her yıldız düştükçe yeryüzünden biri ölürmüş… Ninesini bir daha görebilmek için bir kibrit daha çaktı. Soğuktan kaskatı kesilmiş, beyni durmuştu. O şimdi sokak ortasında olduğunu unutmuş, düşler dünyasına dalmıştı. Kibritin alevinde yine ninesini görüyor, onun sesini işitir gibi oluyordu. İşte ninesi geliyordu. Lapa lapa yağan karların arasından bir melek gibi iniyordu… Geldi, geldi…Kollarını açtı, torununu kucakladı, aldı göklere doğru götürdü…
Ertesi sabah, yoldan geçenler, bir evin basamağında donmuş kalmış kızcağızın ölüsünü buldular. Yanı başında bir sürü boş kibrit kutusu vardı.
-Zavallı kız ısınmak için bütün kibritlerini yakmış
dediler… Bu kibritlerin alevinde onun ne düşler gördüğünü bilemezlerdi ki.
вαşαяıℓαя☄️Çok uğraştım en iyi seçer misin lütfen?
❥
Yazar:
mosesxolu
Bir cevabı oylayın:
4