Cevap:
Medine olması gerekiyor bildiğim kadariyla
Yazar:
dominic109
Bir cevabı oylayın:
7Yazar:
tianna
cevap şey için hepsine son harfi diğerinin baş harfinden bir sonraki mi Bir önceki harf ve olabilir Buna göre o yüzden cevap Bursa Şanlıurfa'nın son harfi A olduğu için Bursa'nın da Baş harfi b olduğu için Adana'dan sonra da Bursa geldiği için
Yazar:
dudecmbg
Bir cevabı oylayın:
9Yazar:
kirstenmonroe
41+4÷5=9
en iyi seçermisin ltf
Yazar:
tylerznvi
Bir cevabı oylayın:
2İyi çalışmalar dilerim.
Yazar:
misael1ofh
Bir cevabı oylayın:
9Yazar:
jaylinolsen
Cevap:
Modern insan görüşünü kısmen klasik, kısmen Hıristiyan, kısmen de belirli modern motiflerden öğreniriz. Klasik unsur, tipik klasisizmden, yani Eflatun ve Aristo rasyonalizminden natüralist rasyonalizme kayma eğilimindedir. Şöyle ki, Epikür ve Demokritos natüralizmi -ki Yunan düşüncesinin klasik döneminde arka planda kalmıştır- modern çağda egemendir. Modern natüralizm insanı “yaratık” olarak kabul eden Hıristiyan görüşüyle uyumludur. Ancak Hıristiyanlığın insanı “Tanrı’nın imajı”nda kabul eden anlayışıyla ters düşer. İnsanoğlunu, bir yaratık ve günahkâr olarak gören Hıristiyan anlayışına, erken Rönesans’ta karşı çıkıldı. İnsanoğlunun doğasına dair klasik, Hıristiyan ve belli başlı modern görüşlerin, modern antropolojiyi de ilgilendiren tuhaf bileşimi, çeşitli güçlüklere ve kafa karışıklığına yol açar: (a) İnsan doğasının modern anlayışına dair, idealist ve natüralist rasyonalistler arasında, idealist veya natüralist tüm rasyonalistler arasında ve dirimselciler ile romantikler arasında iç çelişkiler. (b) Modern kültürde insan doğasına dair ve özellikle de karakter/kişilik hakkında, modern tarihin aşağıladığı kesin kanaatler. (c) İnsan doğası hakkında ve özellikle de insanın iyiliğine dair bilinen tarihsel gerçeklerle çelişen, kesin kanaatler.
(a) Modern kültürün çözümlenmemiş karşıtlıklarından biri, idealistler ile natüralistlerin vurguladıkları tezlerin birbiriyle çelişmesidir. İdealistler, Hıristiyan tevazuuna ve Hıristiyanlığın insanoğlunu hem yaratık, hem günahkâr addeden doktrinlerine karşı çıkma eğilimindedir. Bu Rönesans ruh haliydi. Bu ruh halini şekillendiren düşünce ise Aristocu, Yeni-Eflatuncu ve Stoacı kavramlardı. Bruno9 insanın öz bilincinin fani olduğunu kanıtlamakla meşguldür; bu panteist sistemde uzayın sonsuzluğu, ruhun sonsuzluğu itibariyle sadece ilginç bir benzerlikten ibarettir. Bruno, Kopernik astronomisindeki gelişmelere değer verir, çünkü Kopernik, “bilgimizi, tabir yerindeyse, yıldızları küçücük bir pencereden gören hapishaneden azat etmiştir.” Benzer bir biçimde, Leonardo da Vinci, doğanın gizemini deşifre eden matematiksel yöntemi ve doğanın düzeninin/devamlılığının ve güvenilir (kurala uygun) tekerrürlerinin insan aklının büyüklüğünün sembolü ve insan aklının ona egemen olmasının aracı olduğunu kanıtlamakla meşguldür. Petrarca10, doğayı insanoğlunun içinde kendi gerçek büyüklüğünü gördüğü bir ayna olarak tanımlar.
Ancak, Rönesans’ta, sonuç itibariyle On Sekizinci yüzyılın natüralist rasyonalizmine yol açan küçük bir işaret vardı. Bu işaret, ifadesini, Francis Bacon’ın doğaya ilgisinde ve Montaigne’in insanoğlunu, onun çeşitli doğal farklılıkları itibariyle anlama çabasında bulur. Bacon, bilimin makul tümevarımsal sürecinde insan ruhunun eşsizliğinin -ki bu Bacon’ın insanlığın gerçek alameti olarak övdüğü sonsuzluk özlemidir- “nedenlerinin keşfine gayet muzır biçimde engel olacağı”ndan korkar. Modern kültür, böylece erken Rönesans’ın asli Eflatunculuğundan, On Sekizinci yüzyılın Descartes ve Spinoza Stoacılığına ve On Yedinci yüzyılın, oradan da On Sekizinci yüzyılın genel olarak daha radikal, materyalist Demokritos natüralizmine kayar. Ve modern insan, doğayla ilişkisi itibariyle kendini tanımlamaya/anlamaya çalışır bulur, ama doğa ile akıl ve doğa ile insan ilişkisi hakkında kafası Stoacılarınkinden daha karışıktır. Fransız aydınlanma felsefesi, söz konusu kafa karışıklığının tam bir göstergesidir. Natüralizme idealist tepki, akıl ile varoluşun Eflatunculuğa kıyasla daha tartışmasız biçimde eşit tutulduğu -Kant hariç- Alman idealizminde görülür. Modern kültürün pınar başı Descartes, insanoğlunu salt düşünce, doğayı ise mekanik terimlerde tasavvur ederek, kavrayarak, ikisi arasında hiçbir organik birliktelik/bağ kurmamayı ve modernliğin çelişkileriyle taşkınlıklarını böylelikle kendi bünyesinde bir araya getirmeyi becerir.
Modern düşüncenin insanoğlunu günahkâr bir yaratık olarak gören Hıristiyan görüşüne idealist karşı çıkıştan, “Tanrı’nın imajında” gören natüralist karşı çıkışa yönelmesi, sosyal tarih itibariyle orta sınıf insanının düş kırıklığı yaratan tarihi olarak yorumlanabilir. Orta sınıf dünyası zihnin doğaya muazzam bir üstünlüğü olduğu hissiyatı/algısıyla doğar. Ne ki, Orta Çağ insanının -muhtaç olduğunu ikrar ettiği halde- doğaya manen üstün gelmesini sağlayan nihai referansı yok ederek, orta sınıf insanının ve teknik dünyanın doğanın güvenilirliğinin ve dinginliğinin himayesine sığınmasıyla sonuçlanır. Bu iki tutum modern kapitalizmde, aslında aynı anda ifade bulur. Kapitalizmin ruhu, iyi yaşam için düşünülebilecek her şeyi garantileyen bir zenginlik kaynağı olarak doğayı saygısızca/sevgisizce istismar eden ruh halidir. İnsan doğaya efendilik eder. Ne var ki, kapitalizmin sosyal düzeni -en azından teorik olarak- doğanın insanın efendisi olduğu ve mukadder dengesinin/ahenginin insanoğlunun felâketlerle sonuçlanabilecek girişimlerini önleyeceğine olan nahif inanca dayalıdır.
İdealist natüralistler ile rasyonel natüralistler arasındaki uyuşmazlığı daha da karmaşık, anlaşılması zor hale getiren bir diğer unsur, insanoğlunu öncelikle hayatiyet olarak yorumlayan ve ne aklı, ne de mekanik doğayı nefsin anahtarı olarak yeterli gören romantik natüralistlerin karşı çıkışıdır. Bu romantik yorum, bazı yönleri itibariyle modern antropolojik doktrinlerin en yeni unsurudur, çünkü klasik veya Hıristiyan düşünce tarafından sadece kısmen gölgelenmiştir. Bunun en acı meyvesi modern faşizmdir. Marksist düşünce, bu görüşü daha da karmaşık hale getirir, çünkü insanoğlunu, olduğu gibi, öncelikle hayatiyet terimleriyle yorumlar ve kendi ölümlülüğünü bilmeyen rasyonel insan sahteciliğini haklı olarak dikkate almaz; ama gelecekte insan, yaşam ile yaşam, çıkar ile çıkar insicamının/tutarlılığının egemen olduğu, fevkalade bir toplum inşa edecektir. Rasyonalistler ile romantikler arasındaki uyuşmazlık, akla gelen her türlü dini ve siyasi telmihiyle günümüzün en meşum sorunlarından biri haline gelmiştir. Kısacası, modern insan kendini öncelikle eşsiz akli melekeleri itibariyle mi, yoksa doğayla akrabalığı bakımından mı değerlendirip anlamalı, karar verememekte ve eğer ikincisiyse, nefse dair ipucunu kendi hayatiyetinde mi, yoksa doğanın zararsız ve barışçıl düzeninde mi aramalıdır, bilememektedir. Dolayısıyla, modern insanın kesinlik arz eden bazı yargıları birbiriyle çelişir ve sorunlara varsayımlarla yaklaşan modern kültürün, bu çelişkilere çözüm getirip getiremeyeceği sorgulanabilir.
(b) Modern kültürde bireysellik sorunu, modern insanın kendi tarihinin zaman içinde kendisi hakkında yaydığı ve kesinlik ifade eden bu çeşit yargılara dairdir. Rönesans’da bireyselliğe yapılan muazzam vurgunun, sadece Hıristiyan toprağında yetişebilecek bir çiçek olduğu açıktır, çünkü klasik kültür -ki Rönesans’ın sözde avdet ettiği yerdir- böylesi bir vurgudan tümüyle yoksundur. İtalyan Rönesansı insanoğlunun özgürlüğü ve itibarı hakkındaki görüşlerini oluşturmak üzere, esas itibariyle Yeni-Eflatuncu kavramlardan yararlanır. Ama bu kavramlar, bireysellik fikrini Hıristiyan görüşün böyle olduğu varsayılmadan hasıl edilemezdi. Rönesans, Hıristiyanlığın ilahi takdir (kader) doktrinlerine karşın, insan ruhunun özgürlüğünü tasdik ve tesis etmeyi amaçlar.
Pico della Mirandola11, insan ruhunun özgürlüğünü Eflatunculuktan aldığı kavramlarla yüceltir. Ona göre, Tanrı, insana, “İradi olarak benimsediğin sürece, sadece sen herhangi bir kısıtlamaya tabi değilsin. Seni dünyanın merkezine koydum ki, etrafa kolayca bakabil ve içindeki her şeyi gör. Seni ne dünyevi, ne ilahi, ne ölümlü, ne ölümsüz bir mahluk olarak yarattım ki, kendi kendinin yaratanı ol ve istediğin şekle gir,” demiştir.
Klasik düşünce, Rönesans tarafından, insanı zayıf ve bağımlı olarak gören Hıristiyan düşüncesine insanın eşsizliğini ve özgür ruhunu vurgulayarak meydan okumak üzere kullanılırken, klasisizmin -Rönesans’ın çok değer verdiği- bireysellik kavramını öneremediği açıktır. Bu görüş, kısmen Hıristiyan mirası, kısmen de orta sınıf bireyin Orta Çağ dünyasının tarihsel ve geleneksel bileşimi, şablonu, kısıtlamaları ve baskısından neşet etmiş olmasına dayanan bir görüş olarak kabul edilmelidir. Bu orta sınıf birey, kendini kendi kaderinin efendisi hissederek sabırsızlandı ve hem klasik hem Orta Çağ yaşantısından sıkıldı ve denilebilir ki, sosyal bağlamda tesis ettiği bireyselliğini Orta Çağ tesanütünü ortadan kaldırır kaldırmaz kaybetti. Kendini, tarımsal dünyanın hiç bilmediği kadar insanı esir alan, karşılıklı mekanik bağımlılıklar ve topluluklar yaratan, teknik bir medeniyetin erbabı olarak buldu. Dahası, ne toprakla uğraşan birinin organik terimleri, ne de teknik bir toplumun mekanik terimleriyle, kimse orta sınıf bireyciliğinin sanıldığı kadar kusursuz/eksiksiz ve sağduyulu olduğunu iddia edemez.
Felsefi konular çerçevesinde değerlendirilirse, orta sınıf bireyselliğinin temeli sağlam değildir. Sadece ilk kez ifade bulduğu Eflatunculuk ve Yeni-Eflatunculuk itibariyle değil, On Sekiz ve On Dokuzuncu yüzyılların natüralizmi itibariyle de sağlam değildir. İdealizm, insanoğlunun özgürlüğünü ve aşkın (doğaüstü) varlığını vurgulayarak başlar, ama bireyi rasyonel kavramların evrenselliğinde ve sonuç itibariyle ilahi olanın tefrik edilmemiş bütünlüğünde kaybeder. Natüralizm, doğal çeşitliliği ve özelliği/özgünlüğü vurgulayarak başlar. Nitekim bu coğrafi çeşitliliğin etkisiyle sosyal ve ahlaki alışkanlıkların çeşitlilik arz eden formlarını resmetmek, Montaigne’in ilgi alanı olmuştu. Ne var ki, doğadaki çeşitlilik bireyselliğin çeşitliliği kadar zengin değildir. Bireyselliğin ne saf zihinde, ne de saf doğada yeri vardır. İdealistler bireyselliği mutlak zihinde yitirirken; natüralistler konuyla psikolojik bağlamda uğraşıp “öz bilinç akışı”nda, sosyolojik bağlamda düşünüp “hareket kanunları” çerçevesinde yitirirler. Böylece, Rönesans ve On Sekizinci yüzyıl bireyciliği, tıpkı orta sınıf özgürlükçü idealizminin siyasi olarak parçalanarak faşist ve Marksist kolektivizmine yenik düştüğü gibi, kültürel olarak dağılır. Sahici bireyselcilik, sadece insan bireyselliğinin tarihin tüm organik formlarında ve sosyal gerilimlerindeki hakkını vererek, sonuç itibariyle her sosyal ve tarihsel durumun üstesinden kendini aşmak suretiyle gelip en yüksek mertebeye erişebilmiş olmasını takdir eden dinsel ön kabul çerçevesinde sürdürülebilir. İnsanoğlunun hem bir yaratık hem Tanrı’nın çocuğu olduğu çelişkisi, tarihsel baskılara rağmen ayakta duracak kadar güçlü ve sosyal yaşamda organik dayanışmanın hakkını verecek kadar gerçekçi bir bireysellik kavramı için gereken ön kabuldür.
(c) “Kötü” sorununu iyimser bir yaklaşımla ele alması, modern antropolojide kesinlik kazanan son meseledir. Modern insanın vicdanı temel olarak rahattır ve hiçbir şey, modern kültürün çok yönlü ve akortsuz/uyumsuz söylemini, modern insanın insanoğlunun günahkâr olduğuna dair Hıristiyan görüşüne oybirliğiyle karşı çıkması kadar ahenkli/uyumlu hale getiremez. İnsanoğlunun, özünde ve iradi olarak günahkâr olduğu fikri, evrensel olarak reddedilir. Modern insan için Hıristiyan akidesini önemsiz kılmış gibi görünen işte bu reddediştir ki, inanılmazlığına dair herhangi bir görüşten/inançtan çok daha önemli bir gerçekliktir. Şayet modern kültür insanoğlunu öncelikle akli melekesinin eşsizliği itibariyle kavrıyorsa, onun içindeki kötülüğün kökünü, dürtülerine ve doğal gereksinimlerine teslim olmasına vererek akli melekesini artırmak suretiyle kurtarmayı umut eder. Temelde Eflatuncu olan bu görüş, pek çok sosyal ve pedagojik teoriye, hatta Eflatuncu değil, sözde natüralist teorilere bile nüfuz etmeyi becermiş gibi görülür. Öte yandan, şayet modern kültür insanoğlunu öncelikle doğayla ilişkisi itibariyle kavrıyorsa, onu ruhsal yaşamı itibariyle içine sürüklediği şeytani kaostan çekip doğanın ahengi, dinginliği ve masum bütünlüğüne kavuşturmak suretiyle kurtarmayı umut eder. Mekanikçi rasyonalistler ile Fransız aydınlanmasının Rousseauvari romantikleri, bu konuda aynı zemini paylaşır gibi görünürler. Özde iyi olan ya rasyonel insan ya da doğal insandır. Dolayısıyla, insanoğlunun kurtuluş için yapması gereken ya doğanın kaosundan zihnin ahengine terfi veya ruhun kaosundan doğanın ahengine tenzildir. Kurtuluş stratejilerinin birbiriyle çeliştiği gerçeği, modern insanın yaşamındaki “kötü” meselesine çözüm bulmaktan ne kadar uzak olduğunun kanıtıdır.
Modern iyimserliğin bir diğer sonucu, ifadesini gelişmede/ilerlemede bulan tarih felsefesidir. Modern insan, bir tür mükemmel topluma doğru ya doğanın özünde var olan bir güçle veya rasyonalitenin yavaş yavaş yaygınlık kazanmasıyla ya da kötünün belirli kaynaklarının, mesela rahipliğin, müstebit yönetimlerin ve toplumdaki sınıfsal bölünmenin tasfiyesi suretiyle yol alabilir. Gelişme/ilerleme fikri pek çok unsurun alaşımıdır. Modern kültürün tümüyle bihaber olduğu bu unsurlardan, özellikle birinin üstünde durmak önem arz eder. Gelişme/ilerleme, sadece Hıristiyan kültür zemininde mümkündür ve Yunanlıların anlamsız tarihine karşın, İncil’deki kıyamet ve İbranilerin anlamlı tarih algısının sekülerleştirilmiş versiyonudur. Nitekim insanoğlunun günahkâr olduğuna dair Hıristiyan doktrini bertaraf edilmek suretiyle Hıristiyan felsefesinin karmaşık bir unsuru ortadan kalktığına göre, tarihsel süreci biyolojik süreçle olabildiğince ilişkilendiren, insanoğlunun eşsiz özgürlüğünün hakkını verirken, bu özgürlüğü şeytani bir biçimde kullanabileceğini kabul eden, yalın bir tarih tefsirinin yolu açılmıştır.
Bu iyimser yaklaşıma hem bireysel hem toplumsal girişimler itibariyle, kötümser tepkiler var elbet. Söz konusu kötümserlik Hobbes’un mekanikçi natüralizmi ile Nietzsche’nin romantik natüralizminde iyice ortaya çıkar. Nietzsche düşüncesinin modern meyvelerinden biri Freudcu kötümserliktir. Freud’un insan doğası hakkındaki görüşleri iyi değildir, ama bu kötümserliğe karşın vicdanı rahattır. Hıristiyan düşüncesinin günahın özü olarak gördüğü bencillik ve iktidar hırsı -ki orta sınıf liberalizmi itibariyle yeni bir eğitim veya yeni bir sosyal kurum vasıtasıyla giderilmesi gereken bir kusurdur- normal ve kurala uygundur. İnsanoğlunun iktidar hırsını Hobbes kabul eder, Nietzsche göklere çıkarır. Hobbes’a göre, siyaset, bireyin bencilliğine karşı avantajlıyken, devletin temsil ettiği kolektif benciliğe karşı avantajdan yoksundur. Nietzsche’de ise değerlerin yeniden değerlendirilmesinin -ki insan yaşamının özelliğidir- yaşamla yaşamın çatışması en yüksek idealdir. Hobbes kinizmi ile Nietzsche nihilizminin siyasi yaşamdaki kaçınılmaz sonuçları malum…
Açıklama:
Yazar:
headlightsxin9
Bir cevabı oylayın:
20Yazar:
jordi
c ye gider çok basit t den c ye olur
Yazar:
vladimirord7r
Bir cevabı oylayın:
1Umarım faydalı olmuştur, iyi dersler.
Yazar:
pedrorph5
Bir cevabı oylayın:
11Bu başlığı kapatarak, bir bağlantıya tıklayarak veya başka bir şekilde gezinmeye devam ederek çerez kullanımını kabul etmiş olursunuz.